Nakşîlikte beşinci ilke «Yâd Kerd»'dir.

 

Bu terkip, yalın olarak anmak demektir. Allah'ı sürekli zikretmek mâ­nâsında terim haline getirilmiştir.

Tarîkatta zikrin birçok şekli vardır. Onlardan biri de işte bu «Yâd Kerd»'dir. Bu yöntemle yapılan zikir gizlidir Buna «zikr-i khafiy» denir ve zihinden yapılır.[1] Bu sırada dilin hiç bir işlevi yoktur. Buna, A'râf Sûresi'nin 205'inci Âyet-i kerîmesini delil olarak gösterirler. Halbuki bu âyet-i kerîmede Allah Teâlâ -meâlen- şöyle buyurmaktadır:

«Rabb'ini an; içinden, yakararak ve korkarak, açıktan az bir sesle;, sabah ve akşam; gafillerden olma ! »

Görüldüğü gibi, “hiç dilini oynatmadan ve sadece zihinden Allah'ı an“ diye bir şey söz konusu değilken, yukarıdaki âyet-i kerîmeye böyle bir an­lam yakıştırmışlardır.

Zikrin diğer bir şekli olan “Cehrî zikir“ (yani açık zikir), bundan farklı­dır. Nakşibendî Tarîkatı bu tür zikre çok az yer vermiştir.

«Yâd Kerd» yalnızca gizli bir zikir şekli olmakla kalmamaktadır. Uygulanış biçimi epeyce ilginçtir ve İslâm'daki zikirden bu yönüyle tama­men ayrılmaktadır.

Zikrin konusu olan «Kelime-i Tevhîd: Lâ ilâhe illellah» ve «Lafza-i Ce­lâl: Allah» kelimesi İslâm'dan, (Kur'ânî değerler arasından) seçilmiştir. İslâm'ın alet edildiği dinsel ya da mistik sentezlerde yöntem budur. Mesele­nin bütün kıvraklığı da burada odaklanmaktadır. Çünkü tasavvuf yoluyla İslâm'a sızdırılan yabancı unsurların dikkat çekmemesi için hazır­lanan bi­leşkede çok büyük bir ustalık ve hüner sergilemek gerekir ki bu, Nakşibend­îliğin ilkleri tarafından çok çarpıcı bir şekilde becerilmiştir!

Dikkat edilirse bu tür sentezlerin, kutsal sözlerden oluşan dış aksesuar­ları, kural olarak İslâmî değerler arasından seçilir. Bunların uygulama tek­nikleri ise, tarîkatın bütün aşamalarında olduğu gibi Uzakdoğu'nun egzotik motiflerini taşır.

«Yâd Kerd» kapsamında yapılan zikrin üç önemli özelliği vardır.

Birincisi: Zikir sırasında gözler ve ağız kapalı, dil damağa yapışıktır.

İkincisi: Burundan nefes alınarak ciğerler iyice hava ile doldurul­duktan sonra Kelime-i Tevhîd  ya da Lafza-i Celâl sadece zihinden tekrarla­nır. Üç, beş, yedi, dokuz, on bir, on üç, on beş, on yedi, on dokuz veya (en çok) yirmi bir kez bu şekilde yapılacak tek­rardan sonra ne­fes salıverilir ve yeniden nefes alınarak bu şekilde zikre devam edilir.[2]

Üçüncüsü: Tarîkat teorisyenleri tarafından «letâif» diye adlandırılan ve vücudun belirli noktalarında bulunduğu ileri sürülen spiritüel merkez­lere iletimde bulunulur.[3]

Doğrusunu söylemek gerekirse bu konuda yazılıp çizilmiş olanları an­lamak mümkün değildir. Onun için üzerinde durmaya da değmez. 

Zikrin, İslâm'da ise yeri çok önemlidir ve Kur'ân'ın tabiriyle: «Haberiniz olsun! Kalpler ancak Allah'ın zikriyle doyuma ulaşır.»[4] Yani İnsan ancak Allah Teâlâ'yı anmakla gerçek anlamda huzur bulabilir.

Fakat tarîkatın yukarıdaki yöntemiyle yapılan zikrin, Allah (cc)'ı hoşnut edecek hiç bir yanı yoktur! Çünkü her şeyden önce bu sistem, küçük fark­larla Budizm kaynaklı meditasyonun aynısıdır ve ruhunu da ondan almış­tır.

Budizm'de zikir, bir «mantra»'nın, binlerce kez tekrarıyla yapılır. Adı geçen dinde bu işlem, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için de yapılmaz. Bilakis zihinsel bir konsantrasyon sağlamak amacına yöneliktir. İslâm'da böyle bir zikir biçimi yoktur. Nitekim onların ibâdet şekilleri, nasıl ki bizim namazımıza, orucumuza, haccımıza, Zekâtımıza ve çeşitli nafilelerimize benzemiyorsa, bizim de ibâdet şekillerimiz onların yogasından, meditasyo­nundan, “şırım“ ve «mantra» çekişlerinden son derece farklıdır. İslâm'da, (namazlardan sonraki tesbîh, tahmîd ve tekbîrler'den başka) büyük sayılarla sınırlı, (Örneğin: 5000 kez Kelime-i Tevhîd  ya da Lafza-i Celâl çekmek gibi) “wirdler“ de yoktur.

Bu gerçeği kanıtlayan birçok kaynak vardır ki bizzat Nakşibendîler de bu kaynakları kabul etmekte ve yazarlarını saygıyla anmaktadırlar. Bunlardan biri de İmâm-ı Nawawî[5] olarak bilinen Muhyiddîn Ebu Zekeriyya Yahya bin Şarafuddîn ed-Demashqiy'e ait ünlü el-El-Ezkâr adlı eserdir.

Ne var ki Budist meditasyonu ile Nakşî ibâdetleri birbirine tıpatıp ben­zemektedir. Nitekim bu gerçek, eskiden beri İslâm âlimleri arasında «Nakşibendîlik, İslâm libası içinde Bûdîlik'ten tebdîl edilmiş bâtınî bir tarîkattır.» kanâatini doğurmuştur!

Budist uygulamada mürîde yöneltilen emirlerden biri de, nefes alıp ve­rirken, her defasında ona kadar saymaktır. Nakşibendîlikte de «kalbî zikir» yapılırken, yani “wird“, zihinden tekrarlanırken solunumu durdurma ku­ralı vardır. İkisinde de ortak espri: Dikkati nefes alma süreci üzerinde yo­ğunlaştırmak­tır. Burada da temel amaç yine konsantrasyondur. Yani mürî­din, dikkatini belli bir obje üzerinde yoğunlaştırarak onun bilincini yönlen­dirmek ve bu suretle de iradesini güdebilme olanağını elde etmektir. Bu nokta, şeyh açı­sından çok önemlidir. Çünkü tarîkatın varlığı ve sürekliliği esasen mürîd­lerin iradesine kayıtsız ve şartsız egemen olmaya bağlıdır. Oysa hiç bir pey­gamber, insanların iç dünyaları üzerinde böylesine mutlak bir otorite kur­mak istememiş, düşüncelerini tahakküm altına almamış ve bununla asla emrolunmamıştır.[6] Nitekim Hudeybiye olayı gibi ilk Müslümanların seferberlik halini yaşadığı ve üstelik alarm durumunda bulunduğu duyarlı saatlerde Hz. Peygamber (s), ordudan biat isteyince 1400 kişi içinde bir tek şahıs, hiç tereddüt etmeden red oyu kullanmış, düşmana karşı silah kullanmayacağını açık şekilde ifade edebilmiştir.

Burada, bilinmesinde yarar bulunan önemli bir nokta da şudur: Konsantrasyonu kolaylaştıran işlemlerin başında «ritm» gelmektedir. Çünkü uzun süren bütün ritmik olaylar, insanın üzerinde genellikle hip­noz etkisi yapar. Örneğin kontrollü nefes alıp vermek, ya da aynı kelimeyi defalarca tekrar etmek, bu işi en kısa yoldan başarmaya yarayan yöntemler­dir. Dolayısıyladır ki hem Budist meditasyonunda, hem de ondan ilhamını alan tarîkatta bu tercih yapılmıştır. Tek fark şudur: Budizm'de Hind kültü­rünün malzemelerinden örneğin, om, mani, padme, hum  gibi  sözcükler seçilmiştir. Bunlara, yine bu dinin terminolojisinde mantra adı verilir. Tarîkatta ise bu malzemeler (mantra yerine) «wird» adı altında Kelime-i Tevhid  ya da Lafza-i Celâl'dir.

«Wird»’in çekilmesi sırasında nefes tutma olayı, bu işlemin Budizm’den alındığını kanıtlayan en canlı ve en çarpıcı delildir. Bunu, tarikatçıların da saygıyla andığı Hindli âlim Eb’ul-Hasan en-Nedwî bir eserinde çok açık bir şekilde işlemiştir.[7] «Haps-i Nefes»[8] olarak Nakkşîliğin terminolojisine giren bu uygulama ise, başka hiçbir tarikatta yoktur.

Ayrıca burada şu önemli noktayı vurgulamak gerekir. Nakşi zikir sis­teminde dilin fonksiyonu tamamen iptal edilmiştir. Bu ise dalâletin en bü­yük belirtilerindendir!

Tarîkatın cehrî (açık ve sesli) zikrinde de yöntem, yine ritm ve tekrar unsurlarından oluşur. Tekrarlar çok kere beş binleri bulur. Bu etkiyle mürîd, zaman zaman hipnoza girer.

Nakşilik buna da bir isim bulmuştur: «Gaybet: Kendinden geçme hâli» veya «Sekr: Sarhoşluk». Aslında bu hal bazen de zikir esnasındaki derin so­luma tekrarlarıyla kana fazla oksijen girmesi sonucu bir çeşit uyuşma olarak kendini gösteren durumlardan başka bir şey değildir. Manevî gaybet ve sekr olarak nitelenmesi ise (bu olayın iç yüzünü bilenler tarafından başvurulan) sömürü amaçlı bir spekülasyondur. Ancak şeyhlerin çoğu, yarı okumuş kül­türsüz kimselerdir. Bu olayların iç yüzünü ve ilmî açıklamalarını bilemez­ler. Dolayısıyla onların bu atmosfer içinde faaliyet göstermeleri genelde spe­külatif değildir. Şu var ki bilgisizlikten doğan içtenlikleri, onların hem ka­nâat hem davranış bakımından çok fanatik olmalarını sonuçlandırmıştır.

İslâm'daki zikir kavramı ise hem teorik açıdan, hem de uygulama ola­rak Nakşîlikteki yöntemlerden tamamen farklıdır. İslâmî zikirde ritm söz konusu değildir. Sayı ise, yalnızca namazlardan sonraki tesbih (Sübhanallah), tahmîd (Elhamdulillâh) ve tekbîr (Allahuekber)  için otuz üçerdir. Zikir ve tilâvet için, genelde bir sınır yoktur. Ancak mü'min kişinin, ne okuduğunu anlaması, okuduklarının manası üzerinde pek derin düşün­mesi ve onlardan dersler çıkarması esastır. Gaflet içinde yapılan zikrin ise bir anlam taşıyamayacağı, hatta Allah Teâlâ'yı gücendireceği bile düşünüle­bilir.

Nakşibendîlikte zikrin, «wird»'den başka şekilleri de vardır ki ileride tarîkatın üçüncü unsuru olarak genel boyutlarıyla işlenecektir.


 

[1] Bk. Muhammed b. Abdillâh el-Khânî, el-Bahja’tus-Seniyye s. 35; Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 508, 509

[2] Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî, Tenwîr'ul-Qulûb s. 514, 515

[3] Bk. Muhammed b. Abdillâh El-Khânî, El-Bahja’tus-Seniyye s. 18 (Tetimme)

[4] Kur’ân-ı Kerîm: 13/28

[5] İmâm-ı Nawawî (Rahmetullahi aleyh): H. 631/m. 1233 yılında Dımaşk (şam) ya­kınlarındaki Nawâ Kasabası'nda doğdu. Küçük yaştan itibaren kendini ilme adadı ve hiç ev­lenmedi. Verdiği değerli eserlerle İslâm âlimlerinin saygısını kazanmış nadir bir şahsi­yet­tir. H. 676/m. 1277'de doğduğu yerde öldü.

[6]  Kur’ân-ı Kerîm: 88/22

[7] Eb’ul-Hasan en-Nedwî, Rijâl’ul-Fikr’i wad-Da’wa’ti Fi’l-İslâm 3/27, 28 Dâr’ul-Kalem, Kuwayt-1994.

[8] «Haps-i Nefes» konusunda Nakşibendîlere ait kitap ve risâlelerden fazla bilgi edinmek için bk.

- Ali b. el-Hüseyn el-Wâiz el-Kâşifî el-Beyhaqıy, Raşahât Ayn’ul-Hayât s. 4, Sarıgez, İstanbul, h. 1291.

- Halid Bağdâdî, er-Risâle’tul-Hâlidiyye (Terc. Şerif Ahmed/İsmailağa Cemaati’nin), s. 67.

- Nimetullah b. Ömer, er-Risâle’tul-Medeniyye,  s. 48 Yazma Dimaşk, h. 1213

- Muhammed b. Abdillâh el-Khânî, el-Bahja’tus-Seniyye s. 48. Mısır, h. 1319

- Muhammed b. Süleyman el-Bağdâdî, el-Hadîqa’tun-Nediyye s. 81 İst. –1992

- Muhammed Emîn el-Kurdî, Tenwîr’ul-Qulûb s. 514.

- Abdulmecîd b. Muhammed el-Khânî, es-Saâde’tul-Ebediyye s.33 İst. –1992.

- Ali Kadri, Risâle-i Bahâiyye s. 13, 26, 39-48 İstanbul-1994.