GİRİŞ
Dinler tarihi incelendiğinde görülüyor ki, halk tabakaları, ilâhi dini öğreten peygamberlerinden zaman bakımından uzaklaştıkça eski dinlerinden kalma bazı inanç, âyin ve âdetleri yeniden canlandırmışlardır. O kadar ki, peygamberlerin bildirdiği ve öğrettiği Tevhid (Tek Allah) inancından uzaklaşarak, eski bâtıl inançlarına yeniden sapabilmişlerdir.

Her yeni gelen peygamber, insanları bu yanlış inançlarından uzaklaştırmak için büyük mücadele vermiştir. Fakat "paganist" inançlarından kopamayan, ilâhi gerçekleri idrak edemeyen bazı kavimler, peygamberlere karşı direnerek, bu yolda seller gibi kan akıtmışlardır. Çünkü insanoğlu en çok inanç ve vicdanî konular üzerinde hassasiyet göstermektedir, İnsan; inananın yanlış, gittiği yolun tehlikeli olduğunu görse bile, çoğu zaman alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçemez. Eğer bir de bazı menfaatlerinin yok olacağı evham ve endişesine kapılırsa daha da hassaslaşır. Aklı ve gönlü iyice yatmadıkça kanaatini değiştiremez. Birtakım ihtiraslar onu, daha da tutucu hale getirir ve sertleştirir.

îşte bu nitelikteki insanlar, peygamberlerin tebliğ ettiği ilahî dinlere, daima karşı çıkmışlardır. Böylece ilahî dini kabul edenlerle, etmeyenler arasındaki kavga, tarih boyunca sürüp gelmiştir.

Peygamberlerin izinden gelen gerçek din uleması yanlış inanç ve hurafelerle mücadeleye devam etmişlerdir. Ancak her devirde ve her toplumda, yanlışa ve bâtıla sapanlar daima olagelmiştir. Zira bir dinin esas ilkeleri, âyinleri başka bir din içerisine hemen aynıyla geçmese de, "hurafeleri" bir din ehlinden başka bir din ehline, bir hastalık, gibi sirayet edebilmektedir. Çünkü insan toplulukları her yerde, bazı kültür ve eğitim farklılıklarına rağmen insan olma nitelikleri bakımından birbirinin aynıdır. Bu itibarla diğer din toplulukları içerisinde olduğu gibi, müslüman toplumlar arasında da hurafelere inananlar mevcuttur. Özellikle çeşitli kavim ve milletler müslüman olduktan sonra bu batıl inançlar daha da çoğalmıştır. Her kavim beraberinde "cahiliye" âdetlerinden birşeyler getirmiştir.

Müslümanlar arasında görülen, fakat İslâm'ın esas talimatıyla bağdaşmayan bazı yanlış ve acaib âdetler, müslümanlara eski Mısır, Babil, Hint, Acem, Fenike, Roma ve Helenler gibi ilkçağ kavimlerinden intikal etmiştir. Bazı bâtıl inanışlar da Yahudi, Hıristiyan ve Şamanlardan geçmiştir.

Bugün müslümanların çoğunluğu teşkil ettiği yerler, eski çağlarda hurafelerinin çokluğu ile şöhret bulmuştu. Hint, İran, Mısır, Keldarüstan, Filistin, Arap Yarımadası kısaca Küçük Asya, vaktiyle çeşit çeşit kâhinler yetiştirmiş, acaib ve garip inançlara sahne olmuştu.

Bu hususta M.Şemsettin (Günaltay), "Hurafattan Hakikate" adlı eserinde şunlan yazmaktadır.

"Yıldızların vaziyet ve hareketlerinden hükümler çıkarma âdeti, insanlığa Keldanilerin armağanıdır. Önceleri bir tapınma hissi ile başlayan efsane devri zamanla daha çok yoğunluk kazanmıştır. Halkın başına birer bela olan kâhinler, cahil kitleyi istedikleri gibi kullanmak, zâlim hükümdarları, kendi emirlerine boyun eğdirebilmek için, bâtıl inançların artmasını bütün şeytanlıklarıyla devam ettirip nüfuzlarını yükseltmişlerdir..."

Kâhinlerin nüfuzu o dereceyi bulmuştu ki, savaş ve barış gibi büyük işlerden, yeme, içme, tıraş olma ve yıkanma gibi basit işlere kadar her şey, kâhinlerin uygun görmesiyle yerine getiriliyordu.

Kâhinlerin dedikleri halk tarafından büyük bir hürmet, derin bir inanç ile karşılandığından kısa bir süre sonra gelenek hükmünü alıyordu(1) .

Keldâniler ortadan kalkalı asırlar geçtiği halde sihirbazların, kâhinlerin ortaya attığı hurafeler, halen insanlığın önemli bir kısmında etkisini göstermektedir.

Mesela, türbelerde kandil yakmak âdeti Fenikelilerden intikal etmiş bir âdettir. Aslında Fenikeliler (Sur) şehrinin hâmisi, servet, ticaret ve denizciliğin ilâhı olan (Melkâres)'in heykeli önünde sürekli kandil yakarlardı.

"Sihir ve reml, bakla dökmek, fala bakmak..." gibi hurafeler de müslürnanlara Mısır ve Asur'lulardan geçmiştir.

Müslümanlar arasına Süryanilerden de bir çok bâtıl âdetin girdiği bir gerçektir. Süryaniler, güvercinlere kutsal hayvan nazarıyla bakarlardı. Bu inanç aynen müslürnanlara da geçmiştir. Süryanilerin Ruhanileri, ibadet esnasında, kan ter içinde kalıncaya kadar didinirlerdi. Bizim cahil dervişlerin içinde de bunların hareketlerini taklid edenlerin az olmadıkları herkesin malumudur.

Mahud "Kaf" dağı hurafesi de İRAN efsanelerinden geçmiştir. Eski İranlılar (Kaf) isminde kutsal bir dağ ile onun üzerinde "ANKA" adında bir kuşun varlığına inanırlardı. Bu kuşa ait efsaneler Osmanlı Edebiyatına bile girmiştir.

İran kahramanı meşhur Rüstem ile Simer arasındaki maceralar, İran Edebiyatının en parlak hayallerinin süslü şekillerle yapılan levhalarına kaynak teşkil etmiştir.

Ayrıca öteden beriden mana çıkarmak, bazı nesnelerde uğur ve uğursuzluk olduğuna inanma âdeti de Romalılarla putperest Arapların miraslarındandır.

Romalılar kuşların uçuşundan, ötüşünden birtakım hükümler çıkarırlardı. Bu âdet aynıyla Araplarda da görülmektedir.

Bugün uğursuz saydığımız baykuş Romalılar tarafından aynı şekilde kabul olunurdu. Bir Romalı, baykuşun ötmesini bir felaket başlangıcı olarak telâkki ederdi.

Keldanilerin kâhinlerine karşılık eski Araplarda da Arraflar (falcılar) bulunurdu.

Eski Yunanlıların yarı tanrıları, Hıristiyanlığın yaygınlaşmasından sonra adlarım değiştirerek (Ay'a) namını almışlardı. Bu geleneğin yerleşmesi zamanla türbeperestlik şeklinde, İslâmiyete sokulabilmiştir(2).

İslâm'dan önceki ilahî din olan Hıristiyanlık içerisine de bir sürü bâtıl inanış sokulmuştur. Mesela, Hıristiyanların kutladığı "paskalya" bayramları bunlardan biridir. Bu bayram, kaynağı itibariyle, eski insanların tabiata taptıkları çağdaki cihanşümul yaz bayramının devamından ibarettir. M.Ö. 3000 yıllarındaki göçebe Yahudi kavmi bu bayrama "PESAH" adını verirdi. Tanrının merhametini celp için davarlarının ilk dölünden kurban keserlerdi. Yahudiler Filistin'e yerleşip ziraat hayatına geçtikten sonra bu kurban törenine hamursuz ekmek(*) de karışmış oldu. Daha sonraları bu tören Yahudilerin Mısır'dan çıktıklarının şükranı olarak dinî bir bayram sıfatını kazandı. Halbuki menşeinde bu tören (kışın ölüp, ilkbaharda dirilen) "Neşvünema" tanrısı şerefine yapılan müşrik bayramı idi.

Hıristiyanlar bu (Paganizm) devrinin bayramını "kitaba uydurup" İsa'nın ölüp dirildiği şerefine yapılan muhteşem dinî bayram olarak kabul ettiler(3).

Çağdaş kültürün en yüksek seviyesine erişen batılı milletlerin halk topluluklarında da eski çağlardaki müşrik inanışlarının kalıntılarını görmekteyiz.

Aslında bugünkü milletlerin hiçbiri hurafelerden tam anlamıyla alınamamışlardır. İnandıkları dinin kuralları içerisine daha önceki dinlerden mutlaka birtakım inanışlar, âdetler girmiştir.

Çünkü hurafe inanışları bir bulaşıcı hastalık gibi bir din ehlinden başka bir din ehline geçebilmekte ve girdiği yerde de izler bırakmaktadır.

Mesela eski şamanist kavimlerin —ağaç kültü— (bazı ağaçlan kutsal sayma âdeti) hıristiyanlara geçerek "Noel Ağacı" olmuştur.

Üzülerek görüyoruz ki bu âdet yılbaşlarında Hıristiyanlarınkine benzer şekilde, şimdi de bizim bazı müslüman "evlerine" ve "vitrinlerine" girmiştir.

Oysa Hıristiyanlar bu ağaç "Kültü"nü Hz. İsa'nın doğumu hakkındaki bir efsaneye dayandırarak kitaplarına uydurmuş ve ona dinî bir hüviyet kazandırmışlardır.

İslâm öncesi eski Türkler, bazı su kaynaklarını, pınarları, ulu dağlan ve ağaçları "kutlu" kabul ederlerdi.

Büyük İslâm bilginlerinden "El-Birûnî", Oğuz Türklerinin bir pınar yanındaki yere ve üzerindeki izlere secde ettiklerini söyler.

El-Birûnî böyle yerlerden birini şöyle anlatıyor:

"Tuş ile Abraşehir arasında bulunan küçük göle benzeyen tatlı sulu bir pınar Kimâk ülkesinde MENKÜR denilen dağda bulunuyor. Bu pınar büyük bir kalkana benzer. Suyu kenarı ile bir seviyededir. Bu pınardan ordu içse bile suyu bir parmak kadar dahi eksilmez(4)"

Su kültü çok eski müşrik dinlerin kalıntısı olarak zamanımıza kadar gelebilmiştir. Mesela İstanbul'daki "AYAZMALAR", kutsal su olarak kabul edilip ziyaret edilmektedir. Bu, Bizans âdetlerinden intikal etmişdir.

Kutsal ağaç ve kutsal sular olarak kabul edilen bazı mahallere, Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde rastlanır. Bazı camilerdeki "Şadırvan"lara, para atma âdeti de bu inançtan kaynaklanmaktadır. Bunlar Türklerin İslâmiyeti kabul ettikten sonra dahi hâlâ bazı inanç ve âdetlerini büsbütün terketmediklerini göstermektedir.

İslâm Dini eski "cahiliyye" inanç ve âdetlerini bırakmayı kesinlikle emir buyurmasına rağmen, birçok âdet hâlâ varlığını devam ettirmektedir.

Hâlâ, "kutlu" sayılan bazı mahallerdeki ağaçlara, çalılara, incirlere, türbe pencerelerine(**), mezar taşlarına vb. şu, bu niyetle "meded umarak" bez bağlayan, mum yakan, para atan, tuz serpen, bahçesinde, eşiğinde kurban kesen zavallı müslümanlar az değildir!..

Kızının nasibini açtırmak, gelinine büyü yaptırmak, bilmem neredeki "yeraltı hazinelerini" öğrenebilmek için "falcılara", "üfürükçülere", "muskacı ve büyücülere" koşuşturanlar, belki tahmin edilenden çok daha fazladır!..

Yazıktır ki, bunların sonucu olarak meydana gelen huzursuzluklar, avuç dolusu harcanan paralar, inanılmayacak ölçüde verilen hediyeler sihir-büyü neticesi bunalıma düşen gencecik insanlar ve acı felâketler.

Bu tür işlerden para kazanan hoca(!) kisveli sahtekârlar, madrabazlar... Ve onlara çanak tutan sinsi simsarlar...

Kanaatimizce bütün bunlar, yüce İslâm Dinini iyi bilmemenin, onun gönül doyurucu, ruh okşayıcı akli ilkelerinden uzak kalmanın belirtileridir. Bilgisizliğin manevî sahadaki yıkımıdır.

Bu kitabımda bazı hurafelerin neler olduğunu ve ne gibi zararlara sebep olduğunu vurgulamaya çalıştım. Amacım,; "Önsöz" de de belirttiğim gibi dinime, ülkeme ve kandırılmaya çalışılan masum insanlarımıza hizmettir.

Onları, inançlarını zedeleyici hurafe illetinden uzak tutmak, bazı istismarcıların elinden kurtarmaktır.

Kitabı iki ana bölümde hazırlamağa çalıştım.

Birinci bölümde; Muska ve Tılsımlar üzerinde durup muskanın, sihrin (büyünün) ne olduğunu, niçin yapıldığım ele aldım. Sihir karşısında İslâm'ın hükümlerini özetlemeye çalıştım.

İkinci bölümde ise yaygın olan hurafeleri inceledim. Derlediğim hurafelerden örnekler sundum. Yeri geldikçe bu inanışlar karşısında İslâm'ın görüşlerini belirttim.

Bu çalışmamda D.İ.B. Ankara Eğitim Merkezi'nde kursta bulunan 1985/1986 dönemi kursiyerlerine, bana bölgeleri hakkında bilgi veren meslektaşlarıma teşekkür etmeyi bu vesileyle ifade etmek isterim.


(1) Hurafattan Hakikate, M.Şemsettin, s. 297, İstanbul, 1332

(2) Hurafattan Hakikate, s. 298-300.

(*) Hamursuz ekmek, mayalanmadan fırında, tandırda pişirilerek yapılan ekmektir.

(3) Hurafeler ve Menşeleri, Abdülkadir İNAN, DÎB Yayını, s. 5. Ankara 1962

(4) Hurafeler ve Menşeleri, s. 15.

(**) Bunlarla ilgili anılarım geniş olarak ilgili bölümde anlatılmıştır.