MAKYAJ (SÜSLENME VE KOKULANMA):

1- Süslenme

Güzel olanı sevme ve güzel görünmeye çalışma duygusu da insanın fıtratında, yaratılış hamurunda bulunan doğal bir durumdur. İslâm ise fıtrat dinidir. Fitrat dininin, fıtratta bulunan duyguları yasaklaması ve köreltmesi değil, fıtrata uygun biçim de ayarlaması ve düzenlemesi beklenir. Öyleyse süslenmenin fıtrata uygun olanı normal, fıtratı bozanı, ya da gayesinden uzaklaştıranı anormaldır. Ya da biri helâl, öbürü haramdır.

Başta da söylediğimiz gibi, tabiatta herşey çift olarak yaratılmıştır. Allah'tan başka herşey çifttir. Çiftler ise bir bütünün yarım parçaları demektir. Bir araya gelince bütünü oluştururlar. Artı ve eksi elektrik taşıyan kablolar birleşince enerji oluşur, lamba yanar; ütü ısınır. Kadın ile erkek normal yollarla bir araya gelince birbirlerini tamamlarlar. Huzur ve sükun oluşur. Elektrikte olduğu gibi meyva ve sonuç doğar. Demek ki, bu bütünün oluşması istenen bir şeydir. İstenen bir şey için gerekli olan şeyler de istenmiş demektir. İste normal ölçüleriyle süslenme ve kokulanma, bu bütünün tutmasını sağlayan ara yapıştırıcılardandır ve tabiî ölçülerinde kaldığı sürece tabiîdir.

Yalnız kadın süsünü yabancılara göstermemekle emrolunmustur. (Nûr (24) 31.) Öyleyse süslenecegi yer evidir.

Kadının tabiî güzelliklerini koruması, pasaklı olmaması süslenmede ilk ve tabiî olan görevidir. Çünkü kadının süslenmemesine ihtiyaç olmayabilir ama pasaklı olmaması sürekli bir ihtiyaçtır. Bu, kocasını haramdan korumanın birinci şartıdır. Konuyu biraz daha açmaya çalışalım:

Kadını süslenmeye iten iki ana sebep vardır:

1. Kadının yaratılışında olan süslenme tutkusu,

2. Kendisi dışında onu süslenmeye zorlayan güçler.

Kadınlar bakmaktan çok bakılmayı seven edilgen varlıklar oldukları için, onların büyük bir ekseriyeti cicilibicili giymeyi, süslenip-püslenmeyi sever. Böyle olan, kadınların süslenmesine engel olmak, onlara vücutlarının ihtiyacı olan, meselâ C vitaminini vermemek gibi olur. Böyle olan bir kadına süslenmenin değil, süsünü yabancılara göstermesinin anlamsızlığını ve zararlarını öğretmek gerekir. Bunu dışarıya taşıran duygunun marazî ve psikolojik bir yetersizlik olduğunu anlatmak gerekir. Böyle olan kadının kocası da süslenmesini istiyorsa ne âlâ, bu tutkusunu kocasına karşı gerçekleştiriverir. Kocası süslenmesinden hiçbir zevk almıyorsa, onun süslenmesine bütün bütün engel olmak değil, yabancılara göstermemesini sağlamakla yetinmelidir. Unutmamalıdır ki, Allah kadınlara hitaben: "Süslerini göstermesinler... gizlediklerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar... Kalplerinde hastalık olanların hastalığın depreştirmemek için seslerini kadınsı kadınsı inceltmesinler... Cahiliyyet dönemi kadınları gibi, süslü-püslü, kırıladöküle gezmesinler... buyurur. (Ahzâb (33) 32.) Bu âyetler bir yönüyle, kadının tabiî olarak süslenmiş olduğunu anlatır. Çünkü varolan bir şeyin gösterilmemesi istenir. Ama bir yönden de insan için Mevlâsının emirlerine uyarak arzularına sınır getirmesi ona her türlü zevkten daha aziz gelmelidir. Peygamberimiz de, "erkeklerin görecegi şekilde süslenerek ve koku sürünerek çıkan kadının, evine dönünceye kadar Allah'ın gazabı altında olduğunu" haber verir. (Bu konudaki hadîsler için bk. Hindî age XVI/381 vd.)

Kadının süslenmesi kendi arzusundan değil de, bir dış isteğe dayanırsa, bu da helâl, ya da haram olabilir. Süslenmesini kocasından başka birisi istiyorsa bu anlamsızdır ve haramdır. Eğer kocası istiyorsa meşru çerçeve içerisinde bu, helâl olması bir yana, aynı zamanda bir görev ve zorunluluktur. Kocanın, karısının süsleninesini istemesi, cinsel arzu ve dikkatlerini onda toplaması ve harama bakmak istememesi anlamına geldiğinden, bu iyi bir davranıştır, kadının da bunu fırsat bilmesi ve kocasının gözüne girmesi gerekir. Onun bunu, iyi duygularla yapması kendisine ibadet sevabı kazandıracaktır. Hattâ bu noktada bazı islâm bilginleri, kocası süslenmesini isterken, süslenmemekte ısrar eden kadının kocasının, başka yolla ikna edememesi halinde dövmesinin câiz olduğunu bile söylemişlerdir. (Halebî, Münyetü'I-musallî 395.) Ancak bu, kadını dövmeyi yasaklayan hadislere zittir.

Ama eğer kocası, kendisi için değil de, kârısının başkaları için ve sokağa çıkarken süslenmesini istiyorsa bu, kendi erkekliğini yeterli bulmama biçiminde, psikolojik cinsel bir hastalıktir, marazî bir tatmin arama yoludur ve haramdır. Maddî bir tedavi yolu da yoktur. Acı da olsa İslam'ın ilâçlarını kullanması ve haramlara karşı perhiz uygulaması gerekir.


MATEM

 

Ölen kimsenin veya kaybolan şeyin ardından üzülme ve ağlama, yaş, acı ve üzüntü.

Cahiliye devrinde kocası ölen kadın, bir yıl mağaramsı bir kulübeye kapatılır, kimseyle temas etmez, yıkanmaz, saçlarını taramaz, tırnaklarını kesmezdi. Hatta bu devir Araplar arasında, ölümünden sonra kendisi için bağıra çağıra, iyiliklerinin sayılarak ağlanmasını vasiyet edenler bile vardı. Böyle yas tutmayı Hz. Peygamber (s.a.s) yasaklamış, sadece ölenin hatırasına hürmeten yakın akraba için üç gün, koca için de dört ay on gün bir nevi yas tutmayı meşru kılmıştır. Bu konuyla ilgili olarak bir hadiste şöyle buyurulur: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadının kocasından başka bir ölü için üç gün den fazla yas tutması helâl değildir. Ancak kadın, kocasının ölümü halinde dört ay on gün matemini sürdürür" (Tecrid i Sarih Tercemesi IV, 363).

Ölüm büyük bir olaydır. Böyle bir olaydan dolayı kişinin kederlenmesi, hüzünlenmesi normaldır. Hatta dinimiz, sessizce ağlamayı ve gözyaşı dökmeyi de makul görür. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s) de oğlu İbrahim'in vefatında bizzat gözlerinden yaşlar akıtarak ağlamış; kendisine ağlamayı yasaklamış olduğu hatırlatılınca da, bunun yasak olan ağlama şekli olmayıp gözyaşı dökmekle Allah'ın azap etmeyeceğini, ancak -mübarek dilini işaret edip- onunla azap edeceğini belirtmiş ve "Muhakkak ki ölü, ehlinin üzerine bağırıp çağırmayla azap duyar" buyurmuşlardı (Buhârî, Cenâiz,42, 43).

Yine Peygamberimiz bir cenazede kabrin kenarına oturmuş, gözyaşları toprağa damlayacak derecede ağlamış, kızı Rukiyye'nin vefatında, yanında sessizce ağlayan Fâtıma'nın gözyaşlarını kendi eliyle silmiş, onun bu şekilde ağlamasını yasaklamamış ve Hz. Ömer bir cenazede ağlayan kadına bağırınca Hz. Ömer'e "Bırak onu, ağlasın, muhakkak ki, göz yaşarır" buyurarak sessizce ağlayanın serbest bırakılması gereğine işaret buyurmuştur (İbn Mâce, Zühd 19, Cenâiz, 53).

İslâm'da ta'ziyenin, yani başsağlığı dilemenin süresinin üç gündür ve üçüncü günden sonra taziye hoş görülmemiştir.

Buna rağmen, Cahilî bir davranış biçimi olan matem, sonraki asırlarda önü alınamayan bir yayılma gösteren yerleşik bid'atlerden biri haline gelmiştir. Hz. Hüseyin'in 10 Muharrem 680 tarihinde Kerbela'da şehit edilişi Şiîlerce mezhebî bir alamet telâkki edilerek, her yıl düzenlenen matem merasimleriyle anılmaktadır. 10 Muharrem günü meydanları dolduran binlerce genç-yaşlı şiî, bir ağızdan "Ya Hüseyin" diye haykırarak gözyaşı dökerken, başlarını yumruklamakta ve bedenlerini zincirlerle dövmektedirler. Bu ve buna benzer davranış biçimlerinin Resulullah (s.a.s)'in ortaya koyduğu ve uyulmasını istediği prensiplerle alakasının olmadığı ortadadır. Yine günümüzde Resulullah (s.a.s)' ın yasakladığı ölüler için tutulan matemler, dövünerek ve bağırarak ağlamalar, diğer müslümanlar arasında da yer etmiş bulunmaktadır.

Ayrıca, çağdaş cahili ideoloji ve sistemlerin bir anlamda ilâhlaştırdıkları ölmüş kişiler için tuttukları matem türü vardır. Devlet düzeyinde gerçekleştirilen bu matem tutma organızeleri sırasında belirli bir müddet hareketsiz ve dimdik bir şekilde yas tutulur, sirenler çalınır ve bayraklar yarıya indirilir. Yine cenaze ve ölüm yıl dönümleri için düzenlenen matem merasimleri esnasında yas tutanlar, siyah renklere bürünürler. Bu davranışların anlamsızlığı ve İslam öncesi cahiliyet yaşamının çağdaş dünyaya yansımalarından biri oluşu, müslümanların bu tür davranışlara karşı duyarlı olmalarını gerektirmektedir. İslâm, ölümü mutlak anlamda üzücü bir olay görmediği ve Allah Teâlâ'nın herkes için takdir buyurduğu bir olay olarak telâkki ettiği için ölçüleri dışında; bir açıdan ölenlere tapınmaya kadar varan matem tutmalara izin vermemiştir.

 


 

MASADA YEMEK YEME

Masada yemek yeme, koltukta oturma ve benzeri mobilyalar kullanmanın hükmü nedir?

Övünme, kibir ve iftihar için olmadıkça mubahtır, sakıncası yoktur. Ancak Allah Rasûllü gibi sade yaşayıp yerde oturmak ve yerde yemek yemek müstehaptır ve bu gayeyle yapılırsa sevaptır, fazilettir. Ancak bazı mubahların zamanla ilgili olduğunu da bilmek gerekir. Bir yanda yiyecek ekmek, örtünecek yorgan, ısınacak kömür bulamayan fukara, okul harcına, yurduna, kitabına, pasosuna verecek para bulamayan ve Allah için okuyan talebe varken, göz zevkini tatmin ve gösteriş için lüks perdeler, mobilyalar.. almak, insanda olsa olsa, ancak zayıf ve cılız bir imanın olduğunu gösterir.


MEHİR

Evlenme sırasında kadına bu isimle ödenen meblağ; evlilikte kadının nikâh akdi veya cinsel temasla hak kazandığı mal veya meblağ anlamında bir fıkıh terimi. Kitap, Sünnet ve fıkıh literatüründe mehir kelimesi yerine, eş anlamda; "sadûk", "saduka","nıhle", "farîza", "ecr", "hıbâ", "ukr", "alâik", "tavl" ve "nikâh" kelimeleri de kullanılır.

İslâm Hristiyanlıkta olduğu gibi kadının erkeğe verilmek üzere para biriktirilmesini (drahoma) değil de; aksine, erkeklerin kadınlara rağbetinin bir sembolü olsun diye hediye kabilinden bir meblağın ona verilmesini emretmiştir. Mehir kadına değil, erkeğin üzerine vaciptir. Dâru'l-islâm'da bir kadınla cinsel temas, ya had cezasını gerektirir, ya da mehir hakkını doğurur. Bu, kadına saygının bir sonucudur.

Kur'an-ı Kerîm'de mehirden söz eden çeşitli ayetler vardır. Bazıları şunlardır: "Aldığınız kadınların mehirlerini yürekten isteyerek ve Allah'ın bir atiyyesi olarak verin " (en-Nisâ, 4/4). Çoğunluğa göre, burada hitap kocalaradır. Bazı bilginler hitabın velilere olduğu görüşündedir. Cahiliye devrinde mehri kızın velileri alır ve adına da "nihle" derlerdi. "...Haram olanlar dışındaki kadınlarla evlenmeniz, namuslu olarak ve zinaya sapmaksızın yaşamak ve mallarınızdan onlara mehir vermek şartıyla size helâl kılındı. Artık o kadınlardan hangisiyle yararlanmanız olmuşsa, ücretlerini belirlendiği şekliyle verin. Mehir miktarını belirledikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz miktar hakkında üzerinize bir vebal yoktur" (en-Nisâ, 4/24).

Abdullah b. Abbas (r.a) tan rivayet edildiğine göre, Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile evlenirken Resulullah (s.a.s) kendisine; "O'na bir şey ver" dedi. Ali: "Bende bir şey yok"deyince de; "Hutamî zırhını verebilirsin" buyurdular.

Bir kadınla evlenmek isteyen bir sahabeye Allah'ın elçisi mehir vermesini bildirdi. Evinden de eli boş dönünce; "Demirden bir yüzük de olsa bak" deyip, yeniden eve gönderdi. Yine boş dönünce, ne miktar Kur'an-ı Kerîm bildiğini sordu ve sonunda şöyle buyurdu: "Haydi git, onu sana bildiğin Kur'an karşılığında verdim" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI, 170).

Bu konudaki ayet ve Hadislerden şu sonuca varılmıştır. Resulullah (s.a.s), mehirsiz hiç bir evliliğe ruhsat vermemiştir. Eğer mehir vacip olmasaydı, bunu göstermek için arada bir onu terkederdi.

Diğer yandan, sahabe devrinden bu yana islâm bilginleri mehir üzerinde icma etmişlerdir (bk. es-Serahsî, el-Mebsut, V, 62 vd.; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, II, 274-304; Ibnü'l-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 434 vd.; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, III, 86 vd.; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müçtehid, II, 16 vd.; Ibn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, II, 329 vd.).

Aile yuvasıyla ilgili görevlerin en güzel şekilde yerine getirilmesi için eski çağlardan beri kadınla erkek arasında bir görev bölümü yapılmıştır. Erkek, evin dışındaki işlerle uğraşır ve gerektiğinde ağır işlerde çalışarak geçim için kazanç sağlar. Kadın da evin yönetimi, yemeğin hazırlanması, çocukların bakım ve terbiyesiyle uğraşır. Bu yüzden bütün malî yükümlülükler kadının değil, erkeğin görevidir. Mehir ve bütün kapsamıyla nafaka bu yükümlülükler arasındadır. Bu görev bölümü erkekle kadının yaratılışına ve ilâhî sünnete de uygundur. Erkek daha güçlü olduğu için çalışıp kazanmaya daha yatkındır. Kur'an'da şöyle buyurulur: "Erkekler, kadınlardan daha güçlü kuvvetlidirler. Yani ailenin reisidirler. Bunun sebebi şudur: Allah onlardan kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkek, mallarından evin geçimini sağlamaktadır" (en-Nisâ, 4/34).

Mehir, nikâh akdinin rükün veya şartlarından değildir. Bu yüzden mehirsiz akdedilecek nikâh geçerli olur ve kadın emsal mehire hak kazanır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

"Kendileriyle cinsel temasta bulunmadığınız veya kendilerine bir mehir tayin etmediğiniz kadınları boşamışsanız, bunda üzerinize bir sakınca yoktur" (el-Bakara, 2/236). Bu ayette, cinsel birleşmeden veya mehir tesbitinden önce kadını boşamanın geçerli olduğu belirtilmektedir. Boşama ancak sahih nikâhtan sonra mümkün olduğuna göre, ayet, akit sırasında mehrin konusulmasının ne bir rükün ve ne de bir şart olmadığına delâlet eder (el-Kâsânî, a.g.e., II, 274; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, Halebî tab'ı, II, 55, 60; Ibn Rüşd, a.g.e., II, 25).

Ukbe b. Âmir (r.a)'ın naklettiği şu hadis de yukarıdaki anlamı destekler. Hz. Peygamber bir adama: "Seni filanca kadınla evlendireyim mi?" demiş; erkeğin; "evet" demesi üzerine, kadına hitaben; "Seni filanca erkekle evlendirmeme razı oluyor musun?" diye sormuştu. Kadının da "evet" demesi üzerine, onları evlendirdi. Herhangi bir mehir belirlenmeksizin evlilik gerçekleşti. Bu erkek vefatı sırasında şöyle dedi: "Resulullah (s.a.s), beni filanca kadınla evlendirdi. Bir mehir konuşulmadı ve kadına bir şey de vermedim. Ona mehrim olarak Hayber'deki hissemi veriyorum". Kadın bu hisseyi almış ve yüz bin lira karşılığında satmıştır (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-Islâmî ve Edilletuh, Dımaşk 1405/1985, VII, 254). Yalnız Malikîler mehri, nikâhın bir rüknü olarak kabul ederler.

Eşler mehirsiz olarak veya şarap, domuz eti gibi şer'an mal sayılmayan bir şeyi mehir yaparak evlenseler Malikîler dışında çoğunluğa göre akit geçerli olur.

Mehrin üst ve alt sınırı:

Mehrin en çok miktarı için bir sınır getirilmemiştir. Ayette; "Onlardan birisine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayınız" (en-Nisâ, 4/20) buyurulur. Hz. Ömer bunu 400 dirhemle sınırlamak istemiş, aksi halde fazlanın beytü'l-mâle gelir kaydedileceğini ilân etmişti. Hz. Ömer'in dayandığı delil; Hz. Peygamber'in eşi ve kızları için 480 dirhemden (12 okiye) daha fazla mehir verilmemesi idi. Hz. Ömer minberden indikten sonra Kureyşli bir kadın, yukarıdaki ayeti (en-Nisâ, 4/20) okuyarak, Allah'ın mehir için bir sınır getirmediğini, aksine, kadınları yükler doluşu mehre lâyık gördüğünü belirtti. Bunun üzerine yeniden minbere çıkarak, sözünü geri aldı ve şöyle dedi:

"Size, kadınlarınız için 400 dirhemden fazla mehir vermenizi yasaklamıştım. İsteyen, malından dilediği kadar verebilir" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI,168; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, Mısır, t.y., IV, 283 vd.).

Ebû Hanîfe'ye göre, mehrin en az miktarı on dirhem gümüş veya bunun karşılığıdır. Hz. Peygamber devrinde bu kadar para yaklaşık iki kurbanlık koyun bedelidir. Hırsızlıkta, had cezasının uygulanmasını gerektiren en az miktar. bir dinar altın para olup, mehirde buna kıyas yapılmıştır. Çünkü bir dinar altın para, on dirhem gümüş paraya satın alma gücünde eşit durumda idi. İmam Malik'e göre mehrin en az miktarı üç dirhemdir. Bu mezhep de kendi hırsızlık nisabını ölçü olarak almıştır. imam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel, en az miktar için bir sınır koymamışlardır. Delilleri; mehir ayetinde malın azına bir sınır konulmamasıdır (Buhârî, Nikâh, 34-51; es-Sabûnî, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, Dımaşk 1397/1977, I, 453; ez-Zühayli, a.g.e., VII, 256; Ömer Nasuhî Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, Istanbul 1967, IV, 121-123; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 279, 280).

Mehrin konusu:

Satışı veya kullanılması yasak olmayan her şey mehir olarak verilebilir. Menkul ve gayrımenkul mallar, ziynet eşyası, hayvanlar, misli şeyler ve hatta menkul veya gayrı- menkul bir maldan yararlanma hakkı bunlar arasındadır. Ancak İslam'ın yasak ettiği şeyler, meselâ; alkollü içkiler, domuz, ölmüş hayvan etleri mehir olamaz. Bu gibi şeyler mehir yapıldığı takdirde, nikâh akdi mehirsiz yapılmış sayılır ve kadın emsal mehre hak kazanır (el-Kâsânî, a.g.e., II, 277 vd.; Ibn Âbidîn, a.g.e., Mısır, t.y., II, 252, 458-461; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, II, 143).

Kur'an-ı Kerîmi veya helâl ve haramdan bazı dinî hükümleri öğretmenin mehir sayılıp sayılmaması fakihler arasında tartışılmıştır. İlk Hanefî müçtehidlerine göre, Kur'ân ve fıkıh öğretimi mehir yerine geçmez. Çünkü, helâl kılınan kadınları belirleyen ayetteki; "mallarınızla istemeniz." (en-Nisâ, 4/24) ifadesi buna engeldir. Kur'an öğretimi ve benzeri ameller taat niteliğinde olup, kişi bunları Allah'a yaklaşmak için yapar. Bu yüzden ilk üç Hanefî müçtehidine göre, bunun için iş akdi yapmak geçerli olmaz. Böyle bir durumda kadın emsal mehre hak kazanır. Çünkü bu, mal olarak karşılığı bulunmayan bir yararlanmadır.

Sonraki Hanefî fakihleri ise, Kur'ân-ı Kerîm öğretimi ve diğer dini hizmetlerin; şartların değişmesi ve geçim için insanların çok meşgul olması gibi sebeplerle olan ihtiyaç yüzünden, bir ücret karşılığında yapılabileceğine fetva verdiler. Delil; Hz. Peygamber'in bildiği Kur'ân-ı eşine öğretmesi karşılığında bir erkeği evlendirmesidir. İlk Hanefî müctehidleri, bu hadisi te'vil ederek, mehirsiz evlendirmenin Hz. Peygamber'e mahsus bir muamele olduğunu söylemişlerdir (eş-Şîrâzî, a.g.e., II, 59; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VI, 170; el-Askalânî, Bülûğu'l-Merâm, Terc. A. Davudoğlu, Istanbul 1967, III, 247 vd.; Bilmen, a.g.e., VI, 173-175).

Mehrin çeşitleri

Mehir genel olarak mehr-i müsemma ve mehr-i misil olmak üzere ikiye ayrılır. Mehr-i müsemma da muaccel ve müeccel diye kendi içinde ikiye ayrılır.

1. Mehr-i müsemma:

Bu, nikâh akdi sırasında veya daha sonra eşlerin karşılıklı rıza ile belirledikleri mehirdir: "Eğer siz, onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha önce onlara bir mehir tayın etmiş bulunursanız, bu tayın ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır" (el-Bakara, 2/237). Mehr-i müsemma da peşin verilip verilmeme durumuna göre ikiye ayrılır:

a) Mehr-i muaccel:

Eşlerin miktarını belirledikleri mehir, nikâh akdi sırasında ödenebileceği gibi, sonraki bir tarihte de ödenebilir. İşte akit sırasında peşin olarak ödenen mehre "mehr-i muaccel (peşin mehir)" denir. Eşler, mehrin miktarını belirlemekle birlikte, ödeme şeklini tesbit etmemişlerse, peşin ödenecek miktar örfe göre belirlenir. Örf, tamamının peşin veya ileride ödenmesi yahut bir bölümünün, örneğin üçte birinin veya yarısının peşin, geri kalanının sonradan verilmesi şeklinde meydana gelmişse buna göre hareket edilir. Çünkü mehrin ödeme şekli üzerindeki örf, aksi kararlaştırılmadıkça eşler arasında şart koşulmuş gibidir. Hadiste; "Müslümanların güzel gördüğü şeyler Allah nezdinde de güzeldir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 379) buyurulmuştur.

Bazı fakihler, zifaftan önce kadına mehrin bir kısmını vermeyi müstehap görürler. Bu konuda, Hz. Ali'nin, Fâtıma (r.anhâ) ile evlenirken zifaftan önce mehir olarak zırhını vermesi uygulamasına dayanırlar. Bu evlilik Medine'de, Hicret'in ikinci yılında vuku bulmuş ve mehrin ödenmesi konusunda Medîne örfüne uyulmuştur (M. Muhyiddîn Abdülhamîd, el-Ahvâluş-Şahsiyye, s. 140, 141).

Bugün Mısır'da geçerli olan örfe göre, genel olarak, mehrin üçte ikisi peşin alınır. Fas'ta ise mehrin yarısı peşin ödenir (Halil Cin, Islâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara 1974, s. 218).

b) Mehr-i müeccel:

Mehrin tamamını peşin olarak değil de, evlenmenin sona ermesi, beş yıl, on yıl sonunda veya kocanın ölümü halinde ödenmesi kararlaştırılabilir. İşte bu şekilde, ödenmesi belirli bir vadeye bağlanmış olan mehir "mehr-i müeccel (vadeli mehir)" adını alır. Bu durumda kadın, belirlenen vade gelmeden önce mehri isteyemez. Miktarı belirlendiği halde, ödeme şekli belirlenmemiş olan ve bu konuda örf de bulunmayan durumlarda, mehir; boşanma veya eşlerden birisinin ölümü halinde peşine dönüşür. Boşamanın kesin (bâin) veya cayılabilir (ric'î) olması arasında bir fark yoktur. Ancak, ric'î boşama halinde mehir, iddetin sonunda peşin mehre dönüşür (Mehmed Zihni, Nimet-i Islâm, Istanbul 1976, s. 641 vd.).

2) Mehr-i misil:

Kadının emsaline göre takdir edilen mehir. Kadın, şu durumlarda mehr-i misle hak kazanır:

a) Nikâh akdinde mehrin zikredilmemiş olması halinde mehr-i misil gerekir. Mehrin zikredilmemesi, akdin fesatını gerektirmez. Çünkü nikâh, evlenecek olan çiftlerin icab-kabûlüyle tamam olur. Mehir ise nikâhın rüknü değildir ve bundan dolayı nikâh akdinin inikat ve sıhhati, mehrin zikredilmesine bağlı değildir. Mehir zikredilmediği halde koca vefat ederse karısı mehr-i mislini terikeden alır, kadın vefat ederse vârisleri kocadan mehri misli alırlar.

b) Mehrin, tayın edilmiş olmakla birlikte mehir hakkında bilgisizliğin fazla olması (el-Cehâletü'l-fahişe) veya gayr-ı mütekavvim bir mal olarak tayın edilmesi halinde mehrî misil gerekir. Mehrin ev, araba, hayvan, elbise vb. şekilde mutlak olarak zikredilmesi halinde fâhiş cehaletten sözedilir ve bu durumda mehr-i misil gerekir. Çünkü bu cins isimler farklı vasıf larda ve değerlerde olabileceğinden anlaşmazlık ve çekişmeye götürür. Meselâ, mutlak olarak ev denildiğinde evin müstakil, büyük veya küçük olması, manzarası vb. gibi problemleri beraberinde getirebilir. Bunun yanında şeriatın domuz, içki gibi mütekavvim mal kabul etmediği şeylerin mehir olarak tayını halinde bunlar geçersizdir ve mehr-i misil tahakkuk eder.

c) Taraflar arasında mehr-i ortadan kaldırma konusunda bir anlaşma varsa yine mehr-i misil gerekir. Mehir şâriin nikâh akdinde uyulmasını emrettiği hükümdür. Bundan dolayı tarafların mehri kaldırma yetkisi yoktur. Eğer akde bitişik bir şartla onu kaldırmaya teşebbüs ederlerse bu şart fâsiddir. Bu durumda akit sahih ve şart geçersiz olur. Bunun en önemli misâlini şigar evliliği oluşturmaktadır. Şigar evliliği iki kadının mehir zikredilmeksizin birbirine karşılık olmak üzere iki erkekle evlendirilmesidir. Burada nikâh akdi geçerli fakat şart geçersizdir ve mehir zikredilmediğinden mehr-i misil gerekir. Şigar evliliği Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik ve Imam Şafiî'ye göre fâsiddir (Kâsânî, Bedâyîus-Sanayı, Kahire 1327-28/1910, II, 282-283; Molla Hüsrev, Dürerü'l-Hukkâm Şerhu Gureril-Ahkâm, Istanbul 1979, I, 342; el-Fetâva'l-Hindiyye, Bulak 1315, I, 309-311; M. Ebû Zehre, el-Ahvâluş-şahsiyye, Kahire 1368/1948, s. 182-183; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, Istanbul 1985, II, 6, 119-120, 140-142).

d) Mehrin zikredilip zikredilmediği konusunda karı-koca arasında ihtilâf ortaya çıkarsa Mehr-i misil gerekir. Ancak hangisi delil getirirse kabul olunur. Delil getiremezlerse mehir zikredilmedi (münkir) diyenden yemin istenir. Yeminden kaçınırsa (nükul), mehrin zikredildiğini söyleyenin davası sabit olur. Yemin ederse mehr-i misil gerekir (Molla Hüsrev, a.g.e., I, 347).

Mehr-i Mislin takdiri: Mehr-i misli tayın için evlenecek olan kadının babası kabîlesinden; yaş, güzellik, mal, şehir, takvâ, akıl, dine bağlılık, bekâret, iffet, ilim, edeb, güzel ahlâk, çocuk sahibi olma gibi çeşitli vasıf larda benzeri olan kadınların mehirleri dikkate alınır. Bu benzerlik iki tarafın yani mehri tayın olunacak kadın ile denk ve benzeri kadınların akit sırasında sahip oldukları vasıflar itibariyle araştırılır. Bu vasıf ların akitten sonra artması veya eksilmesi emsalliğin meydana gelmesine zarar vermez. Eğer babası tarafında benzeri bulunmazsa babasının kabîlesine denk olan kabîleden emsali kadınların mehri takdir edilir. Kadının bu durumlarda benzeri bulunmadığı takdirde Mehr-i misil iki adil erkek veya bir erkek iki kadının şahadetiyle sabit olur. Eğer adil şahid bulunamazsa söz yeminle beraber kocaya aittir. Koca mehr-i misli tayınden kaçınırsa mehrin miktarını tayın için hâkime başvurabilir. Bu hükümler, ihtilâf ortaya çıkması halindedir. Eğer mihir konusunda ittifak hasıl olursa kabul olunur (el-Kâsânî, a.g.e.,II, 287; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 183-184; Bilmen, a.g.e., II, 119).

Mehrin Sahibi:

Mehir, evlenecek olan kadının hakkıdır. Babası veya dedesi mehri kadın adına alabilir, fakat ona sahip olamaz. Ancak kadın razı olmazsa, velisine yapılacak mehir ödemesi geçerli değildir. Kadın; küçük, akıl hastası veya bunamış olursa, bu takdirde mehir malî velâyeti haiz olan veliye verilir.

Ahmed b. Hanbel, baba için, mehir yanında bir meblağ alma hakkını tanımış ve delil olarak da, Hz. Şuayb'ın kızıyla evlenmek için Hz. Musa'nın sekizyıl çobanlık yapmasını delil göstermiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Şuayb (a.s), Musa ya dedi ki; bu iki kızımdan birini - sen bana sekizyıl işçilik yapman şartıyla- sana nikâhlamak istiyorum. Eğer işçiliğini on yıla tamamlarsan o da kendinden" (el-Kasas, 28/27). Bu ayet-i kerîme, karşılığında ücret alınabilen yararlanmanın mehir olabileceğine delâlet eder. Diğer mezheplere göre, burada başlık parasından çok, babanın kızı adına almış olduğu mehir söz konusu olabilir. Nitekim, Hz. Musa'nın orada evlendirilmesi, mal-mülk sahibi olarak yeniden Mısır'a dönmesi bunu gösterir. Ebû Hanîfe ve diğer bazı fakîhlere göre, kızın babasının evlenecek erkekten mehir dışında bir şey alması caiz değildir. 1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesinde şu hükümler yer alır: "Mehir, evlenen kadının hakkıolup, onunla çeyiz yapmağa zorlanamaz. Bir kızı evlendirmek veya teslim etmek için ana-baba veya diğer hısımlarının, kocadan akçe veya benzeri şeyleri almaları memnûdur" (Hukuk-ı Aile Kararnamesi, madde, 89, 90).

Kadının, mehrin tamamına hak kazandığı haller:

Kadın; sahih halvet, zifaf veya ölüm halinde mehrin tamamına hak kazanır;

a) Sahih halvet:

Sahih bir akitle evli bulunan eşlerin, kimsenin göremeyeceği ve istekleri dışında kimsenin giremeyeceği kapalı veya kapalı sayılan bir yerde yalnız kalmalarıdır. Halvete engel olan durumların da bulunmaması gerekir. Eşlerin yanında üçüncü bir kişinin bulunması, karı-kocada cinsel birleşmeye engel halin olması, küçüklük, ay hali, hastalık, farz oruçlu olmak, farz veya nafile hac için ihramda bulunmak gibi.

Sahih halvet iki durumda zifaf olmuş gibi sonuç doğurur. Bu halvetten sonra kadın boşanırsa kadın tam mehre hak kazanır. Çünkü kadın evlenme ümidiyle nikâhlı olarak kapalı bir yerde bulunduğu için daha sonra boşanma olursa, yeniden evlenmede nikâhtan önceki şartlarla eş bulamayabilir. Halvetten sonra boşanan kadın iddet bekler. Dolayısıyla da iddet nafakası, halvetten sonra en az altı ay sonra doğacak çocuğun nesebinin sabit olması gibi haklardan yararlanır.

b) Zifaf: Burada evliliğin mûteber olma şartı da aranmaz. Zifaf ve sahih halvette mehrin tamamının gerekliğinin delili şu ayettir: "O kadınlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayın" (en-Nisâ, 4/20).

Zifaf sahih evlilikte olmuşsa kadın mehrin tamamına hak kazanır. Tesbit edilen mehir yoksa mehr-i misil alır. Zifaf fasit evlilikte olmuşsa, kadın mehr-i misil ile mehr-i müsemmadan hangisi daha az ise ona hak kazanır. Daha önceden mehir tesbit edilmemişse, mehr-i misil alır.

Fasit nikâhta halvet, zifaf hükmünde değildir (el-Kâsânî, a.g.e., II, 335; "Halvet" maddesi).

c) Eşlerden birinin ölümü:

Kadın vefat ederse, mirasçıları, mehri mirastaki paylarına göre bölüşürler. Kocası da dörtte bir veya ikide bir mirasçı olacağı için mehri o ölçüde eksik verir. Koca vefat ederse, kadın, terikeden mehir miktarını ayrıca alır(Ibn Rüşd, a.g.e., II, 20).

Mehrin yarısının ödeneceği haller:

Sahih evlilik, zifaf veya sahih halvetten önce kocanın fiiliyle sona ermişse, kadın mehr-i müsemmanın yarısını alabilir. Mehrin tamamı peşin olarak verilmişse, kadın bunun yarısını kocasına iade etmek zorunda bulunur. Delil şu ayettir: "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha önce mehir tesbit etmiş olursanız, o halde tayin ettiğiniz o mehrin yarısı onlarındır" (el-Bakara, 2/237).

Bu ayet hükmüne göre, kadının yarı mehir almasının şartları şunlardır: a) Mehir daha önceden tesbit edilmiş olacak. b) Koca, karısını zifaftan önce boşamış olacak. c) Kadın mehir hakkından vazgeçmemiş bulunacak.

Burada evlilik boşama ile sona erebileceği gibi fesih, ile Lian, kocanın iktidarsızlığı, islâm dinini terketmesi, karısı müslüman olduğu halde kendisinin islâm'a girmekten kaçınması, karının usul ve fürûuna hürmet-i müsaharayı gerektiren bir fiil işlemesi halleriyle de sona erebilir. Bütün bu durumlarda evliliğin sona ermesi kocanın fiili ile olmuş bulunur ve kadın yarı mehre hak kazanır. Yeter ki bu ayrılık cinsel birleşmeden önce vuku bulsun. Bu çeşit ayrılıkta kadına iddet gerekmez (el-Kâsânî, a.g.e., II, 296 vd.; Ibnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, II, 438-439).

Yukarıdaki durumlarda evlilik yine zifaftan önce ve kocanın fiiliyle olur, fakat verilecek mehir miktarı belirlenmemiş olursa kadına muta denen bir teselli hediyesi vermek gerekir. (bk. el-Bakara, 2/236). Muta; kocanın; mal, elbise veya yiyecek olarak boşanmış hanımına verdiği şeylere denir. Ayette mutanın miktarı belirlenmemiş ve bu husus içtihada bırakılmıştır. Ebû Hanîfe'ye göre, mutanın en azı bir elbise, baş örtüsü ve bir yorgan olup, mehr-i mislin yarısından çok olamaz (es-Serahsî, el-Mebsût, V, 82, 83; es-Sabûnî, a.g.e., I, 379-380; M. Zihni, a.g.e., s. 441 vd.).

Kadına mehir vermenin gerekmediği durumlar:

İki durumda kadına mehir vermek gerekmez.

a) Evlenme akdi fasit olur (bk. "Nikâh" mad.) ve koca karısını zifaftan önce boşarsa, erkeğin mehir veya mut'a vermesi gerekmez. Buna evliliğin karşılıklı rıza ile veya hâkimin hükmü sona ermesi sonucu değiştirmez.

b) Evlilik akdi sahih olur, fakat, gerçek veya hükmî (sahih halvet sûretiyle) zifaftan önce kadının fiiliyle ayrılık vuku bulursa, kadın yine birşey alamaz. Kadının küçük evlendirilmesi halinde bulûğ muhayyerliği hakkını kullanması, irtidat etmesi veya kocası islâm'a giren ve ehl-i kitap olmayan kadının, müslüman olmaktan kaçınması hallerinde evlilik akdi kadın tarafından veya kadın sebebiyle sona ermiş sayılır. Kadının, kocasının usul veya fürûundan birisiyle hurmet-i müsaharayı gerektiren bir fiil işlemesi, meselâ zina etmesi veya bunlardan birisiyle sevişmesi halinde de evlilik kadın tarafından sona erdirilmiş sayılır (el-Kâsânî, a.g.e., II, 336, 337).

Sonuç olarak mehir evlilik hayatı süresince kadın için bir yedek akçe niteliğindedir. Kadının aniden kocasını kaybetmesi veya boşanmaları hâlinde, kocasının evinde kalması zorlaşabileceği için, kendisine yeni bir hayat programı hazırlayıncaya kadar mehir ona bir destek olur. En az mehir miktarının iki tane kurbanlık koyun parası kadar olduğu, üst sınırının ise dört yüz dirhemin de üstünde olabileceği, Hz. Peygamber devrinde, yaklaşık beş dirheme bir kurbanlık koyun alındığı dikkate alınırsa, böyle bir gerçek mehrin, önemli bir yedek akçe teşkil edeceği açıktır.


 

MEHİR MESELELERİ

Mehir kadına bir değerin ifadesi ve kritik bir dönemdeki sosyal garantisi olarak verilen maldır. Mal ve paradan başka bir şeyle, Hanefi mezhebine göre mehir olmaz. Onlar Nisâ 24. âyetinden bunu anlamışlardır. En azı da on dirhemle sınırlandırılmıştır. Dolayısı ile boşama hakkını kadın mehir olarak değil ama ayrıca alabilir.Mehir kadının hakkı olduğu için, herkes gibi o da hakkından vazgeçebilir ve mehrini kocasına bağışlayabilir. Yani almak zorunda değildir.Mehir, duhulle, yani zifafla beraber farz olur. Koca, ondan önce vermek zorunda değildir.Mehire zaman belirtilmemişse, kadın mehrini almadan kendisini kocasına teslim etmeyebilir. Fakat mehrin bir kısmını ya da tamamını müeccel (vadeli) mehir olarak kararlaştırmışlarsa, kadının onu hemen alma hakkı yoktur.Düğünlerde yapılan altınlar bizim örfümüzde mehirdir ve kadının hakkıdır. Kadının evlenirken bilip bilmemesi; söyleyip söylememesi mehir hakkını düşürmez. Ancak o takdirde sadece "mehr-i misil" (Akrabasından dengi olan kadınların aldığı ortalama mehir) alabilir.Başlıkparası, kocaya gidecek kadının Babası ya da başka bir yakını tarafından alınan ve evlenecek kadına verilmeyen bir para ya da mal olup, kadının eşya gibi satılması anlamına geldiğinden; çirkin bir haramdır ve kadını aşağılamadır. Mehir ise bizzat kadının aldığı ve kocanın iznine bile gerek kalmaksızın istediği gibi harcayabileceği bir haktır, bir garanti unsurudur ve kadına değer vermenin ifadesidir.(bk. Mavsbilî, el-Ihtiyâr 448)


MEHİR TAKILARI

Erkek evlenirken hanımına verdiği takıları düğünden sonra alıyor, bozdurup tarla satın alıyor. Tarlayı da kendi üzerine tapuluyor. Karısı da, kendi takılarıyla alındığı gerekçesiyle onların yerine tarlanın tapusunu istiyor. Bu durumda şer'î çözüm ne olmalıdır?

Koca mehir olarak verdiği takıları karısından geri alırken, "Onlarla alacağımız tarla vs. senin olsun" diyerek almışsa, alınan akar karısınınolur. Bu konuda o, karısının vekili durumundadır. Böyle birşey söylenmeden almışsa karısından borç almış demektir. Ancak aldığını geri vermesi istenir.


MEHİR VE ALTIN

Bazı yörelerimizde düğünlerde altın alınmaktadır. Nikâh kıyılırken de belli bir miktar mehir konuşmaktadır. Bu durumda alınan altınlardan tesbit edilen mehir kadarı mı mehire sayılacaktır. Yoksa bu altınlar zaten kadının değil midir, onları onun kullanma hakkı yok mudur?

Mehir nikâhın gereği olarak kadının bir hakkıdır ve gayesi hem kadına değer vermek, onu hiçbir karşılık almadan kendisini erkeğe teslim eden basit bir varlık olma durumundan kurtarmak, hem de erkeğe göre zayıf olan kadın için ânî durumlarda bir kuvvet ve bir garanti olmak üzere farz kılınmıştır. Onun için mehir sembolik bir anlam ifâde etmez ve Hanefî mezhebine göre alt sınırı (tabani) vardır, ondan az olamaz. Mehir daha söz kesildiğinde, nisanda (muaccel) olabileceği gibi, nikâhtan sonraya da bırakabilir (müccel). Nişanda ya da sözce kız tarafındân istenen, şart koşulan altın cinsinden her şey örfen mehirdir ve kadının hakkıdır, istediği zaman istediği gibi kullanır. Babası veya velisi ne onları, ne de bir başka para (başlık) alabilir. Bu haramdır ve insanı bir mal gibi satmak anlamına gelir. Nikâhta mehir olarak sadece önceden yapılan altınlar sözkonusu edîlebilir. Ama kadın isterse ayrıca, ilâve mehir de alabilir. Evlendikten sonra da koca, mehir olarak verdiği bir şeye, karısının rızası olmadan karışamaz. Kadın mehrini istediği zaman meşru ölçülerle istediği gibi kullanır. Ancak isterse kocasına bağışlayabilir: Ama koca, kadının istediği mehir dışında ona bir takım hediyeler vermişse, onların kadının elinde verildikleri gibi duruyor olmaları halinde cayıp, hediyelerini isteyebilir. Ama bunu Rasûllullah Efendimiz "kustuğunu yalamaya" (Bu ve benzeri hadîsler için bk. el-Hindî XVI/638 vd.) benzetmiş ve çirkin olduğuna işaret etmiştir. Hediye konusunda kadın da aynı haklara sahiptir.


 

MÎRÂS

Ölenin geride bıraktığı mal ve haklar. Çoğulu "mevârîs"tir. Kelimenin "VRS" kökünden "irs" mastarı, bir kimsenin malının ölümünden sonra şer'î mirasçılarına intikal etmesi demektir. Aynı kökten, "tevârüs"; karşılıklı mirasçı olmak veya bir kimsenin diğerine mirasçı olması; "vâris" mirasçı; "mûris", miras bırakan; "terike", ölenin bıraktığı miras anlamlarında kullanılır. Miras ilmi anlamında kullanılan başka bir terimde "Ferâiz"dir. Bunun tekili olan "farîza"; farz, belirli pay, hisse demektir. Ferâiz, Islâm miras hukuku terimi olarak kullanıldığında, belirli miras hisseleri anlamını ifade eder. Bu ilme "ferâiz" denmesi, miras âyetindeki; "Bu hisseler Allah'tan birer farîzadır" (en-Nisâ, 4/11) ifadesi ile, Ferâiz ilmini öğreniniz" (Tirmizi, Ferâiz, 2; Ibn Mâce, Ferâiz, 1) hadisindeki "ferâiz" terimi sebebiyledir.

Miras veya ferâiz ilmi fıkıh terimi olarak; ölenin geride bıraktığı mal ve hakların belli ölçülerle, şer'î mirasçılara bölünmesinden söz eden bir ilimdir. Ferâiz ilminin amacı, hak sahiplerine haklarını ulaştırmaktır. Buna mirasın bölüştürülmesi denir.

Mirasın dayandığı deliller:

Miras; Kitap, sünnet ve icma delillerine dayanır. Miras hukukunda, icmâ bulunmadıkça kıyas veya içtihad yoluna gidilmez.

Kur'ân-ı Kerîm'den deliller:

Miras hükümleri en-Nisâ Sûresinin 7, 11, 12 ve 176. âyetleri ile el-Enfal Sûresi'nin 75. âyetinde şu şekilde belirlenmiştir:

a) Çocuklar ve ana-babanın mirası: "Allah size evlâtlarınızın miras taksimi hususunda, erkeklerin paylarının kızların iki katıolmasını emretmektedir. Eğer bütün çocuklar kız olup ve sayıları ikiden fazla ise, bunların payı ölenin bıraktığı malın üçte ikisidir. Eğer mirasçı bir tek kız ise mirasın yarısı onundur. Eğer ölen ana ve baba ile birlikte çocuklar da bırakmışsa ana ve babanın herbirini terekeden payı altıda birdir. Şayet ölenin çocuğu bulunmayıp da, mirasçı olarak ana ve babası kalmışsa, ananın payı üçte birdir. Eğer ölenin kardeşleri varsa terekenin altıda biri ananındır. Bu paylar, ölenin borçları ödenip, vasiyeti de yerine getirildikten soma hak sahiplerine verilir. Baba ve çocuklardan, hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu, siz bilemezsiniz. Bu, Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi bilen, hüküm ve hikmet sahibidir" (en-Nisâ, 4/11).

b) Karı-kocanınmirası: "Eğer hanımlarınızın çocukları yoksa, bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Şayet çocukları varsa bıraktıkları mirasın dörtte biri sizindir. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirildikten ve varsa borcu ödendikten sonradır. Eğer siz çocuk bırakmadan ölürseniz, geriye bıraktığınız mirasın dörtte biri hanımlarınızındır. Şayet çocuklarınız varsa, bıraktığınız mirasın sekizde biri hanımlarınızındır. Bu paylar, yaptığınız vasiyetler yerine getirilip ve varsa borcunuz ödendikten sonra verilir" (en-Nisâ, 4/12).

c) Kardeşlerin mirası: Kelâle adı verilen kardeşlerin mirası, ana bir kardeş veya ana-baba bir yahut baba bir kız kardeş olmak üzere iki statüde toplanmıştır. Kelâlenin mirasçı olmasında ön şart, miras bırakanın baba veya erkek çocuklarının bulunmamasıdır.

Ana bir kardeşlerin mirası şöyle belirlenmiştir: "Eğer ölen bir erkek veya kadın, erkek usül veya fürûu bulunmaksızın mirasçı olunuyorsa, kendisinin (ona bir) erkek veya (ana bir) kız kardeşi bulunuyorsa, bunlardan herbirinin miras payı terekenin altıda biridir. Eğer bu kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde kardeşler mirasın üçte birini zarara uğratılmaksızın aralarında eşit olarak paylaşırlar. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirilip ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Bunlar, Allah tarafından bir emirdir. Allah her şeyi bilen ve yarattıklarına çok yumuşak davranandır"(en-Nisâ, 4/12).

Yukarıdaki miras düzenlemeşinin arkasından, aynı âyetlerin devamında, müeyyide niteliğinde şu iki âyet yer alır:

"Işte bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim, Allah'a ve Rasûlûne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Orada ebedî kalacaklardır. Işte büyük kurtuluş budur" (en-Nisâ, 4/13). "Kim, Allah'a ve Rasûlüne isyan eder ve Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu, ebedi kalacağı cehennem ateşine koyar. Ve onun için azaltıcı bir azap vardır" (en-Nisâ; 4/14).

Öz veya baba bir kız kardeşin mirası ise şöyle düzenlenmiştir. "Ey Peygamber! Senden fetva isterler". De ki: "Size usül ve füruu bırakmadan ölen kimse hakkında Allah fetva verir. Eğer bir kimse ölür ve onun çocuğu bulunmaz da, sadece bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığı mirasın yarısı onundur. Ölen kız kardeş ise ve çocuğu da yoksa erkek kardeşi terekenin hepsini alır. Eğer mirasçılar iki kız kardeş ise, terekenin üçte ikisini alırlar. Eğer kardeşler erkek ve kadın olmak üzere ikiden çok iseler, bir erkeğin payı, iki kadının payı kadardır. Allah size sapıklığa düşmemeniz için bunları açıklar. Allah her şeyi çok iyi bilendir" (en-Nisâ, 4/176).

d) Zevi'l-Erhâmın mirası: Âyet veya Hadislerde miras payları veya mirasçılık esasları belirlenmiş bulunanların dışında kalan diğer hısımlar için şu şekilde bir genel düzenleme yapılmıştır: Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz ki Allah, herşeyi çok iyi bilir" (el-Enfâl, 8/75).

Şu âyet de miras haklarından genel olarak söz eder: "Ana-baba ve hısımların miras olarak bıraktıklarında erkeklerin hissesi vardır. Kadınların da ana-baba ve hısımların bıraktıklarında hisseleri vardır. Bunlar az olsun çok olsun farz kılınmış bir hissedir" (en-Nisâ, 4/7).

Mirastan çevredeki bazı muhtaç kimselerin de yararlandırılması konusunda şöyle buyurulur: "Miras taksim olunurken, varis olmayan akrabalar, yelimler ve yoksullar da bulunursa, mirastan onlara da verin ve onlara güzel söz söyleyin" (en-Nisâ, 4/8).

Sünnet delili:

Hz. Peygamber'den mirasla ilgili çeşitli hadisler nakledilmiştir. Bazıları şunlardır:

"Miras paylarını, hak sahiplerine veriniz. Kalan miktar, en yakın erkek hısımındır" (Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9, 10; Müslim, Ferâiz, 2, 3; Tirmizî,Ferâiz, 8).

Müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçı olamaz" (Buhârî, Hacc, 44, Meğâzî, 48, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, I ; Ebû Dâvud, Ferâiz, 10; Tirmizî, Ferâiz, 15).

"Iki farklı dine mensup olanlar birbirine mirasçı olamaz" (Ebû Dâvud, Ferâiz, 10; Tîrmizî, Ferâiz, 16; Ibn Mace, Ferâiz, 6; Dârîmî, Ferâiz, 29; Ahmed b. Hanbel, II, 187, 195).

Ubâde b. es-Sâmit (r.a)'in (ö. 45/665) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), mirastan iki nineye, bunu aralarında paylaşmak üzere hükmetti" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Mısır, t.y, VI, 59). Abdullah b. Mes'ud (ö.32/652), Hz. Peygamber'in, murisin kızı, oğul kızı ve kız kardeşiyle ilgili bir uygulamasından şu şekilde söz eder: "Rasulullah (s.a.s), ölenin kızı için yarım, oğul kızı için üçte ikiye tamamlamak için altıda bir ve geri kalanın kız kardeşe verilmesine hükmetti" (eş-Şevkâni, a.g.e., VI, 58).

Mikdâm b. Ma'dikerîb (ö.87/705) zevi'l-erham'la ilgili şu hadisi nakletmiştir: "Kim bir mal bırakırsa, bu mirasçılarınındır. Ben, mirasçısı olmayanın mirasçısıyım. Gerekliği durumda diyetini öderim ve mirasçısı olurum. Dayı, mirasçısı olmayanın mirasçısıdır. Onun diyetini öder ve ona mirasçı olur" (Ebû Dâvud, Ferâiz, 8; Tirmizi, Ferâiz, 12; Ibn Mâce, Diyât, 7, Ferâiz,9; Ahmed b. Hanbel, Müsned I, 28, 36, IV, 131).

Icmâ delili:

Bir tane ninenin tek başına altıda bir pay alacağı, ikiden fazla ninelerin altıda bir hisseyi aralarında eşit olarak paylaşacakları prensibi Sahabe ve Tâbiîlerin icmâı ile sabittir. Hz. Ebû Bekir (ö.13/634)'in halifeliği sırasında konu tartışılmış, Hz. Peygamber'den, altıda bir uygulaması nakledilince, bu yönde görüş birliği oluşmuştur (el-Mevsilî, el-Ihtiyâr, Kahire, t.y., V, 90; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 483).

Ferâiz ilminin önemi büyüktür. Çünkü hayatta iken yaptığı muamelelerin, ölümünden sonra devamı niteliğindedir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Ferâiz ilmini öğreniniz ve onu insanlara öğretiniz. Çünkü o, ilmin yarısıdır, unutulur ve o, ümmetinden kaldırılan ilimlerin ilki olacaktır" (Tirmizi, Ferâiz, 2; Ibn Mâce, Ferâiz, 1; Dârimi, Ferâiz, Buhârî, Ferâiz, 2; Ebû Dâvud, Ferâiz, 1). "Sizin ferâiz ilmini en çok bileniniz, Zeyd b. Sâbit'tir (ö. 45/665)" (Tirmizi, Menâkıb, 32; Ibn Mâce, Mukaddime, 11).

Mirasın rükünleri üçtür:

I. Mûris: Vefat edip, geride miras bırakan kimsedir. Buna müteveffâ da denir.

2. Vâris: Kendisine miras intikal eden, yani terikede hissesi olan kimsedir.

3. Terike: Ölenin mal veya hak olarak geride bıraktığı şeyler olup, buna

"mîras", "mevrûs" ve "irs" adı da verilir. Haktan maksat; kısas, satış bedelini alabilmek için satılan malı ve borcu alabilmek için rehnedileni hapsetme hakkı gibi haklardır.

Bu üç rükünden birisinin bulunmaması halinde miras söz konusu olmaz.

Mirasçı olmanın sebepleri:

Mirasın söz konusu olabilmesi için üç şeyin bulunması gerekir. Mirasın sebep ve şartlarının bulunması, miras engellerinin ise bulunmaması gereklidır.

Mirasçı olmanın sebepleri üçtür. Nesep hısımlığı, evlilik ve velâ.

1. Hısımlık: Varisin, miras bırakana mirasçı olabilmesi için aralarında hısımlık bağının bulunması gerekir. Usûl, fûrû, yani ana, baba, dede ve nine gibi kendi neslinden gelinenlerle; çocuk, torun gibi kendi neslinden gelenler; yine ölenin kardeşleri ile amcalar bu hısımlardandır. Bunlar mûrise yakınlık derecesine göre mirasçı olurlar. Daha uzak olanın mirasçı olmasını önlerler, buna "hacbetme" denir.

Bu hısımlardan erkek vasıtasıyla mûrise bağlanan erkek hısımlara "asabe" denir. Ölenin babası, babasının babası veya oğlu, ya da oğlunun oğlu gibi. Bir de payları muayyen mirasçılar vardır ki, bunlara "ashâbülferâiz" * (farz sahipleri) denir. Bunlardan kalan mirası asabe* alır. Sadece asabe varsa, mirasın tamamı bunlara kalır. Farz sahipleri ve asabe yoksa, bunların dışında kalan ve ölenin uzaktan kan hısımı olan "zevilerhâm" mirasçı otur. Hala, dayı, kızın kızı gibi.

2. Evlilik: Geçerli bir nikâh akdi eşler arasında miras hakkı doğurur. Cinsel temasın olup olmaması sonucu etkilemez. Bu yüzden, zifaftan önce eşlerden birisinin ölümü halinde, diğeri ona mirasçı olur. Eşlerin miras haklarını belirleyen âyetin genel anlamı (bk. en-Nisâ, 4/12) ile Hz. Peygamber'in, cinsel temastan önce kocası ölen Berva' binti Vâşık'ı ölen kocasına mirasçı yapması bunun delilidir (ez-Zühayli, el-Fıkhul-Islâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, VIII, 250).

Ric'î (cayılabilir) talaktan dolayı iddet bekleyen kadın, iddetli iken, ölen kocasına mirasçı olur. Çünkü ric'î boşamada evlilik iddet süresince devam eder. Sağlam kocası tarafından bâin talâkla (kesin ayırıcı boşama) boşanan kadın, iddet beklerken kocası ölse, ona mirasçı olamaz. Çünkü bu durumda o, karısını mirastan mahrum etmek boşamakla itham edilemez. Eğer kansını, ölüm hastası olan bir erkek bâin talakla boşamışsa ve kadın iddet beklerken de ölürse, bu kadın ona mirasçı olur. Burada mirastan mahrum etmek amacıyla boşama ithamı söz konusudur.

3. Velâ: Bu, şârün belirlediği hükmî bir yakınlık olup, köleyi azat eden efendinin azad ettiği köleye mirasçı olmasını ifade eder. Hadiste; "Velâ, neseb bağı gibi bağ meydana getirir, satılmaz ve hibe edilmez" buyurulur. Ibn Hibbân ve Hâkim bu hadisi sahihlemiştir. Hanefiler buna "velâul-müvâlât" veya "mevlâl-muvâlât"ı da eklediler. Bu, iki kişinin birbirine koruyucu ve diyet ödemede yardımcı olmak ve buna karşılık birbirine mirasçı olmak üzere anlaşmasıdır.

Mirasın Şartları

Mirasta hakkın sabit olması üç şartın gerçekleşmesi gerekir. Mûrisin ölümü, mirasçının hayatta olması ve bir miras engeli bulunmaması.

1. Mûrisin Ölmesi:

Mirasın söz konusu olması için, mûrisin gerçek, hükmî veya takdiri olarak ölmüş bulunması gerekir. Gerçek ölüm, ruhun bedenden ayrılması ile gerçekleşir. Görme, işitme veya başka bir delille sabit olur. Hükmî ölüm; hayatta olduğu bilinen veya muhtemel bulunan kimsenin ölümüne hâkimin hükmetmesiyle ortaya çıkar. Hayatta olduğu bilinen mürteddin (dininden dönen) dâru"l-harbe kaçması halinde hakim ölü sayılmasına hüküm verir. Bunun mirası, hüküm tarihine kadar mirasçı olan hısımlarına taksim edilir. Hayatta olması ihtimalı bulunan kayıp kişinin (mefkûd) durumu mahkemeye intikal edince, gerekli süreler geçmişse, hakim vefatına hükmeder. Eşi iddet bekler ve serbest kalır. Mirası da hüküm sırasında hak sahibi olan varislere paylaştırılır. Takdiri ölüm; kişinin takdiren ölü kabul edilmesidir. Bu annesinden suç işleme yoluyla ölü olarak doğan cenîndir. Gebe kadına başkasının vurmasıyla cenînin ölü doğması gibi. Bu durumda suçluya, elli dinar (yaklaşık iki yüz gram altın para) gurre cezası tazminat olarak ödettirilir. Bu, tam diyetin yirmide biri kadar bir tazminattır. Ebû Hanife'ye göre, cenîn mirasçı olur ve kendisine mirasçı olunur. Çünkü onun suç işleme sırasında diri olduğu kabul edilir (Ibnü'l-Hilmâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır, 1315/1317 H., IV, 440-445; Ibn Kudâme, el-Muğnî, Kahire 1970, VI, 320; ez-Zühayli, a.g.e., VIII, 253; Hamdi Döndüren, a.g.e., s.119-121; bk. "Gurre, Mefkûd ve Cenîn" maddeleri).

2. Mirasçının Hayatta Olması: Murisin ölümü sırasında varisin hayatta olması gerekir. Bu yüzden, muristen önce ölen bir hısım, daha sonra ölen murisine mirasçı olamaz. Muris vefat ettiği zaman, ana karnında bulunan çocuğu da (cenîn) sağl doğmak şartıyla mirasçı olur.

3. Miras Engeli Bulunmaması:

Miras engelleri şunlardır:

a) Öldürme:

Mûrısını öldüren bir kimsenin, bir an önce onun servetini elde etmek için öldürme ithamı vardır. Hısımını öldüren kimsenin onun mirasından mahrum olacağı konusunda mezheplerin görüş birliği vardır. Ancak hangi çeşit öldürmelerin miras engeli olacağı hususu mezhepler arasında ihtilâflıdır. Hadiste; "Katıl için miras yoktur" (Ebû Dâvud, Diyât, 18; Tirmizî, Ferâiz,17; Ahmed b. Hanbel, I, 49) buyurulur. Hanefilere göre, kısas veya keffâret cezasını gerektiren öldürme çeşitleri mirasa engel olur. Bunlar da şu çeşit öldürmelerdir:

Kasden öldürme: Mûrisi silâh veya kesici bir aletle kasden öldürmek gibi. Buna günah ve kısas gerekir, keffaret gerekmez. Ebû Yusuf ve Imam Muhammed'e göre, insan öldürebilecek büyük taş vb. her şeyle, kasden öldürme suçu meydana gelir.

Kasda benzer şekilde öldürme. Insan öldürmede kullanılmayan, sopa, değnek gibi bir şeyle vurup öldürmek gibi... Cezâsı: Keffâret, âkile* üzerinde diyet ve günahtır. Birisini yanlışlıkla öldürme: Ava atıp, insanı öldürmek gibi... Cezası; keffâret, âkile üzerine diyettir. Ahiretteki günahı kaldırılmıştır.

Hata sayılan öldürme: Uykuda veya uyanık iken birisinin üzerine düşüp ölümüne sebep olmak gibi. Cezası; hataen öldürmenin aynıdır (es-Serahsi, el-Mebsût, Mısır 1324-1331/1906-1912; XXV, 59-68; el-Kâsâni, Bedayıu's-Sanâyi, Mısır 1327-28; M. Cevat Akşit, Islâm Ceza Hukuku ve Insanî Esasları, s. 55-56).

Dolaylı yoldan ölüme sebebiyet verme (tesebbüb) mükellef olmayanın öldürmesi, meşrû savunma halinde öldürme ve mükrehin öldürmesi miras engeli değildir.

Imam Şâfii'ye göre, öldürme fiilini işleyen herkes öldürülene mirasçı olamaz. Kastın bulunup bulunmaması, öldürenin mükellef olup olmaması sonucu etkilemez. Mâlikîler ise, katılde kasıt ve tecâvüzü esas alırlar. Buradaki görüş ayrılığı, miras engeli bildiren hadisteki "kâtil" sözcüğünün kapsamındaki belirsızlıkten doğmuştur (bk. Muhammed Ebû Zehra, Usûlül-Fıkh, Kahire, t.y., s.126, 127).

b) Din Farkı:

Mûrisle vârisin ayrı dinlerden oluşu bir miras engelıdır. Bu konuda Islâm hukukçularının görüş birliği vardır. Müslüman kâfire, kâfir de müslümana nesep hısımlığı veya evlilik akdi bulunsa bile mirasçı olamaz. "Müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçı olamaz" (Buhâri, Hacc, 44; Meğâzî, 48, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, l; Ebu Dâvud, Ferâiz, 10). "Iki ayrı dine mensup olanlar, birbirine mirasçı olamaz" (Ebû Dâvud, Ferâiz, 10; Tirmizi, Ferâiz, 16; Ibn Mâce, Ferâiz, 6) hadisleri buna delildir. Bunun sebebi, müslümanla gayrı müslim arasında velâyet bağının kesik olmasıdır.

Bu duruma göre, meselâ; müslüman bir erkekle gayrı müslim olan karısı arasında mirasçılık cereyan etmeyeceği gibi, bunlardan doğan çocuklar da babaya tabi olarak müslüman sayılacaklarından onlarla gayrı müslim olan anneleri arasında da mirasçılık cereyan etmez.

Ancak Muaz b. Cebel ve Muâviye ile Tâbiîlerden Mesrûk b. el-Ecdâ', Saîd b. el-Müseyyeb, Ibrâhim enNahâî ve diğer bazı bilginler aksi görüştedir. Bunlara göre; Müslüman kâfire mirasçı olur. Fakat kâfir müslümana mirasçı olamaz." Dayandıkları delil şu Hadislerdeki genel anlamdır: "Islâm yücedir, onun üzerine yücelinmez" (Buhârî, Cenâiz, 79) "Islâm arttırır, eksiltmez" (Ebû Dâvud, Ferâiz, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236). Bu konuda sahabe uygulaması da vardır. Bir yahudi vefat edince, biri yahudi diğeri müslüman olan iki oğlu kalmıştı. Yahudi olan oğlu bütün mirası almak isteyince, müslüman olan oğlu mahkemeye başvurdu ve hak istedi. Davaya bakan Muaz b. Cebel (ö.18/639) müslümanı yahudiye mirasçı yapmıştır (el-Askalânî, Bülûgul-Merâm, Terc. ve Şerh, A. Davudoğlu, Istanbul 1967; III, 206).

Çoğıınluk Islâm hukukçuları, müslümanla kâfir arasında mirasın olamıyacağını ifade eden hadisleri bu konuda ana delil kabul etmiş, azınlığın dayandığı hadisleri doğrudan mirasla ilgili görmemiştir.

Diğer yandan gayrı mûslimler birbirine mirasçı olabilirler. Çünkü küfür ehli tek millet sayılır. "Ehl-i, küfür birbirinin velisidir" (el-Enfâl, 8l73) âyetinin genel anlamı bütün gayrı müslimlerin hepsini kapsamına alır. "Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır" (Yûnus,10/32) âyeti de bunu ifade eder. Yalnız Mâlikîler, "Iki ayrı dine mensup olanlar birbirine varis olamaz" hadisinin, hristiyan ve yahudilerin kendi aralarındaki mirasçılığını da kapsadığını söylerler.

Mürtedin mirası:

Islâm'ı terkeden kimseye "mürted" * denir. Mürted mânen ölmüş sayıldığı için, o ne müslüman ve ne de kâfire mirasçı olamaz. Mürtedin mirasının başkalarına intikali konusunda ise görüş ayrılıkları vardır.

Ebû Hanife'ye göre, irtidattan önce kazandığı mal varlığı müslüman varislerine gider..Sonra kazandıkları ise beytü'l-mâle "fey" geliri kaydedilir. (bk. "Fey" ve "Ganîmet" maddeleri). Mürted kadınsa, bütün mirası müslüman mirasçılarına intikal eder.

Imam Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed'e göre, irtidattan önce ve sonra kazandığı malları müslüman varislerine intikal eder. Bu iki müçtehid, erkek ve kadın mürted arasında miras bakımından bir ayırım yapmaz.

Şâfiî, Mâliki ve Hanbelilere göre, aslî inkârcıda olduğu gibi mürted mirasçı olamaz ve ona da başkası mirasçı olamaz. Bütün malı, beytü'l-mal için fey' geliri kaydedilir. Çünkü o, irtidat etmekle, Islâm toplumuna karşı harp ilân etmiş sayılır ve servetine de harbînin malına uygulanan hükümlerin uygulanması gerekir. Ancak bu hükümler, mürted irtidadı üzere ölürse uygulanır. Hayatta olduğu sürece malı bekletilir. Islâm'a dönerse, malı kendisine verilir (Ibnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır 1315-/1317, IV, 390 vd.; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müçtehid, Mısır, t.y., II, 322-329; ez-Zühaylî, a.g.e, VIII, 263-266).

c. Tebealık Farkı (Ihtilâfu'd-dâreyn):

Müslümanlar hangi devletin tebeası olurlarsa olsunlar birbirlerine mirasçı olurlar. Müslüman için başka başka devletin tebeası olmak miras engeli değildir. Meselâ; Türkiye'deki bir müslüman, Mısır'daki müslüman bir hısımına mirasçı olabilir. Çünkü Dârul-Islâm müslümanlar için tek vatan sayılır. Daha sonra kâfirlerin Darul-Islam'a egemen olması ve buralarda ayrı sistemlerin ve rejimlerin olması veya bağlantının kopuk olması da sonucu değiştirmez. Bu yüzden, bir müslüman Dâru'l-Harpte ölse, ona Dârul-Islâm'da yaşayan varisleri mirasçı olur.

Ülke ayrılığı gayrı Müslimler için bir miras engeli teşkil eder. Meselâ; Islâm tebeasındaki bir gayrı müslim, yabancı tebealı gayrı müslim bir hısımına mirasçı olamaz. Burada, mirasçılık "velâyet bağı" esasına dayanır. Bu bağ kopunca mirasçılık hakkıda ortadan kalkmaktadır. Ancak ülkeler sulh anlaşmaları yaparak, karşılıklı miras ilişkilerini düzenleyebilirler.

Malıkî, Hanbelî ve Zâhirîlere göre tebealık farkı hiç bir şekilde miras engeli doğurmaz (ez-Zühayli, a.g.e., VIII, 266 vd.; es-Sibâî, Şerhu Kanuni'l Ahvâliş-Şahsiyye, Dımaşk 1959, II, 46-47).

d) Kölelik:

Kölelik hali de miras engelıdır. Bu statüde olan kimse hısımlarına mirasçı olamaz. Çünkü köle, bir mala; mülk edinme sebepleriyle matik olamadığı gibi miras yoluyla da malık olamaz. Onun elindeki şeyler efendisine ait bulunur. Eğer o, mirasçı yapılırsa, mülk kendiliğinden efendisine geçeceği için sebepsiz yere, bir yabancı mirasa sokulmuş olur ki, bu icmâa göre bâtıldır:

Bu engellerden mûrısını öldürme ve kölelik tek yanlıdır. Bunlar yalnız kendileri başkasından miras alamaz. Fakat başkası kendilerine mirasçı olabilir. Bunlara, murisin ölüm tarihinin belirlenememesi ve mirasçının kim olduğunun bilinememesi gibi başka engeller de eklenmiştir (bk. el-Meydânî, el-Lübâb, Kahire, ts., IV, 188, 197; ez-Zeylaî, Tebyînü'l-Hakâik, el-Motbaatü'l-Emiriyye tab'ı, VI, 239 vd.; Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mısır, t.y., V, 541-543).


 

MİRASTAKİ ORAN

Mirastân erkeğin iki, kadının bir almasının hükmü nedir? Bu oran; bağ, bahçe, tarla, menkul, gayr-i menkul... Her malda aynı mıdır?

Bir önceki soruda da açıkladığımız gibi, mirasta erkeğin iki, kızın bir alacağı Kur'ân-ı Kerîm'le sâbittir ve müslümanlar için inanılması da, uygulaması da farzdır. Bu da sanıldığı gibi kadının hakkını yemek değil, hakları âdilce dağıtmak vardır. Bu taksim menkul terikede böyle olduğu gibi, bag, bahçe, ev... gibi gayr-i menkul terikede de böyledir. Kadınla erkeğin mirastan eşit pay aldıkları bir durum vardır, o da müteveffanın birden çok ana bir kardeş bırakması durumudur. Bu durumda ana bir kardeşler müteveffanın terikesini kadın erkek eşit olarak bölüşürler. ( Sirâciyye 17; Sabûnî, el-Mevâris 24-25, ) Bu söylediğimiz elbette Islâmî esasları, miras hukukunda da uygulamak isteyenler içindir, yoksa beşerî hukuka göre mirasın bölüşümü daha değişiktir. Onu uygulamak isteyenler, konuyu onun uzmanına sormalıdırlar.


 

MİSVÂK

Kullanılması çok yararlı olan ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'in önemle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini gören, hoş kokulu ve erâk adı verilen meyvesiz bir ağacın dallarından kesilip kullanılan parça. Diş temizliğinde kullanılan ince ağaç dalı. Misvâk'ın çoğulu "mesâvîk"dır. Sivâk, misvakla eş anlamlı olup hadis-i şeriflerde daha çok bu kelime kullanılmıştır. Çoğulu "esvike" dir.

İslâm dini temizliğe büyük bir önem vermiş ve temizliği imanın belirtilerinden saymıştır. Bedenin, namaz kılınacak yerin, iş veya ikamet yerinin, çevrenin, hatta insanların dinlenmek için oturdukları ağaç gölgesi ve benzeri pikrıik yerlerinin temiz tutulmasıyla ilgili emir ve tavsiyeleri sünnette bulmak mümkündür. Beden temizliği ile ilgili olmak üzere de, fıtrattan gelen ve geçmiş peygamberlerin de uyguladığı bazı temizlik noktalarına dikkat çekilmiştir. Tırnakların kesilmesi, koltuk altı ve kasık kıllarının temizlenmesi, bıyıkların uzun kısımlarının kesilmesi, sünnet olmak ve özellikle dişlerin temiz tutulması bunlar arasında sayılabilir (Fırtrat temizlikleri için bk. Müslim, Tahâre, 56; Ebû Dâvud, Tahâre, 29; Tirmizi, Edeb,14; Nesai, Zînet, 1; İbn Mâce, Tahâre, 8; Ahmed b. Hanbel, IV, 264, VI, 138).

Geçmiş peygamberlerin dört sünneti arasında da diş temizliğine yer verilir. "Dört şey geçmiş peygamberlerin sünnetlerindendir. Haya duygusu, kokulanmak, diş temizliği ve nikâh" (Tirmizî, Nikâh,1; Ahmed b. Hanbel, V, 421).

Dişlerin temizlenmesi için kullanılan sivâk veya misvağın İslâm'da taabbüdi bir yönü de vardır. Hanefîlere göre, misvakla dişleri temizlemede abdestin, Şâfiîlere göre ise namazın sünnetlerindendir. Böylece hergün düzenli bir şekilde her abdest alındığında veya her namaz vaktinde, namazdan önce dişlerin de temizlenmesi amaçlanmıştır.

Hz. Âişe'den nakledildiğine göre, Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Misvak kullanarak kılınan namazın, misvaksız namaza üstünlüğü yetmiş kattır" (Ahmet b. Hanbel, Müsned, VI, 272). Hadis çok açık olmadığı için Hanefiler sevabın abdest alırken Şâfiîler ise, namazdan önce misvak kullanmakla meydana geleceğini söylemişlerdir.

Başka bir hadiste, namazla birlikte diş temizliğine şöyle dikkat çekilir: "Eğer ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, onlara her namazda misvak kullanmalarını emrederdim" (Buhârî, Cum'a, 8, Temennî, 9, Savm, 27; Müslim, Tahâre, 42; Ebû Dâvud, Tahâre, 25; Tirmizî Tahâre, 18; Nesai, Tahâre, 6, Mevâkit, 20; İbn Mâce, Tahâre, 7; Ahmed b. Hanbel, I, 80, 120, II, 245, 250, 259, 287, 399, 400, 429, 433, 460, 509, 517, 531, IV,114, 116, V, 193, 410, VI, 325, 329). Diğer yandan, Hz. Peygamber'in abdest alırken misvak kullandığına dair de çeşitli hadisler nakledilmiştir. Bir geceyi, Rasûlullah (s.a.s)'in yanında geçiren İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Allah'ın Nebisi (s.a.s) gecenin sonuna doğru kalktı. Dışarı çıktı, gökyüzüne baktı, sonra Âlu İmrân Sûresi'nin şu iki âyetini okudu: "Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için şüphesiz deliller vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken, Allah'ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler ve Şöyle derler: Rabbimiz! sen bunu boş yere yaratmadın. Seni tesbih ve tenzih ederiz. Bizi cehennem ateşinden koru" (Âlu İmrân, 3/190-191). Sonra eve döndü. Dişlerini misvakladı ve abdest aldı. Ayağa kalkarak namaz kıldı, sonra yanüstü yattı. Sonra yeniden kalkarak dışarı çıktı, gökyüzüne bakarak, aynı âyetleri tekrar okudu, sonra dönerek yine dişlerini misvakla temizledi, abdest aldı, sonra kalktı ve namaz kıldı" (Müslim, Tahâre, 47, MüŞâfirin, 183,191; Ebû Dâvud, Tahâre, 30; Ahmed b. Hanbel, I, 275, 350, V, 312).

Rasûlüllah (s.a.s) abdest veya namazla ilgili olmaksızın da, misvak kullandığı, özellikle Kur'an-ı Kerim okumazdan önce de diş temizliğine dikkat ettikleri görülmektedir. Misvak kullanılmasının amacı ağız temizliğidir. Şu hadiste bu genel amaca işaret edilir: Misvak kullanınız. Şüphesiz misvak ağız için temizleyicidir" (Buhâri, Savm, 27; Nesai, Tahâre, 4; İbn Mâce, Tahâre, 7; Dârimi, Vüdû,19). Hz. Peygamber'in gece misvağı yanında olmaksızın yatmadığı, sabah kalkar kalkmaz ilk işinin dişlerin temizlemek olduğu nakledilir (Ebû Dâvud Tahâre, 30; Ahmed b. Hanbel, I, 373; Dârimî, Salât, 165). Bazı sahabiler, O'nun günde kaç defa dişlerini misvakladığını sayamadıklarını, söylemişlerdir (Ahmed b. Hanbel, III, 445, 446).

Diğer yandan Hz. Peygamber, dişleri sararmış bir halde huzuruna çıkan bazı sahabilere şöyle buyurduğu bildirilir: "Hayret doğrusu nasıl oluyor da sararmış dişlerle dolaşıp duruyorsunuz. Dişlerinizi misvakla temizleyiniz" (Ahmed b. Hanbel, I, 214).

Bütün bu hadisler ve sahabe uygulaması gösteriyor ki, diş temizliği yalnız abdest ve namaz, ya da Kur'an-ı Kerim okuma sırasında değil, sağlık açısından ve toplum içine çıkarken dikkat edilmesi gereken önemli bir temizlenme şeklidir. Misvak'ın bu genel temizlik yönünü dikkate alan İslâm bilginleri beş yerde, diş temizliğinin müstehap olduğuna dikkat çekmişlerdir. Bu beş yer şunlardır: a) Dişler sararınca, b) Ağzın kokusu değişince, c) Uykudan kalkıldığında, d) Namaza kalkılacağı zaman, e) Abdest alırken. Buna, Kur'an-ı Kerim okumak veya toplum huzuruna çıkmak için yapılacak diş temizliği de ilâve edilmiştir (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, İstanbul 1984, I, 116; el-Fetâvâl-Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 7).

Misvak âletinin aslı olan erâk ağacından diş sağlığı bakımından faydalı olan florin maddelerinin bulunduğu, ağıza güzel bir koku verdiği ve mide için bir takım faydalarının olduğu belirlenmiştir. Ancak misvağın bulunamaması halinde dişleri, İslâmî ölçülere uygun olarak hazırlanmış fırça ve diş macunu veya sabunla, bu da bulunamadığı takdirde parmaklarla oğuşturmak suretiyle ve suyla temizlemek gerekir. Önce abdest ve namazla veya Kur'ân-ı Kerim okurken bedenimizin ve ağzımızın temiz olması ve toplum önüne çıkarken de, imanın belirtilerinden sayılan temizliğe dikkat edilmesi "Şüphesiz, Allah temizdir, temizliği sever" (Tirmizî, Edeb, 41) hadisinde bildirildiği gibi, Yüce Allah'ın sevgisini celbeder. Diğer yandan müslüman bu yolla, koruyucu hekimlik bakımından, sağlığı için gerekliği tedbirleri de almış olur.


 

MODA

Modayı ikiye ayırarak anlatmamız ve bu konudaki hükmümüzü ondan sonra vermemiz gerekir.Giyinme, kuşanma ve süslenme biçimlerinin zamana ve bölgelere göre gösterdiği değişiklikleri moda diye değerlendirirsek bunun; tabii sınırlar içerisinde kalıp, israfa kaçılmayanı ve Kur'ân ve Sünnetin çizdiği helâllık sınırını aşmayanı, helâl olan türüdür. Ne var ki, Islâm'da buna moda değil de "örf' adı verilir ve her bölgenin cografi ve ekonomik şartlarına göre elbise biçimi, süslenme yöntemleri, değişik örfleri olur. Folklor dedikleri şey de bu cümleden sayılır ve bütün bunlar tabiî hayat akışı içerisinde zaman zaman değişebilir. Tekrar edersek modanın bu türlüsü ya da örf, Islâmî çerçeve içerisinde kaldığı sürece, değişik biçimlerde ortaya çıkabilir. Bu normaldır ve doğaldır. Insanın yaratılışı yeknesaklıktan yorulur, tekdüze hayat verimi azaltır, görevlerini yapma konusunda insana bıkkınlık ve yorgunluk verir. Zaten bütün insanların ihtiyaç, arzu ve zevkleri değişiktir. Hepsinin aynı kalıba girmesini istemek, hepsine aynı büyüklükte ayakkabı giydirmek gibi olur.

Yalnız bu bağlamda hiç unutulmaması gereken bir nokta vardır. Müslümanlar kendi giyim biçimlerini kendileri tesbit etmeli ve bu konuda da başkalarına benzemekten şiddetle kaçınmalıdırlar. Peygamber Efendimiz bir hadîslerinde çok önemli sosyolojik ve psikolojik bir noktayı kendi az ve öz (cevâmiu'1-kelîm) ifade biçimiyle açıklamış ve "kalıplar birbirlerine henzeyince kalpler de birbirine benzer" buyurmuştur. "Kim hangi kavme benzerse o da onlardandır" (Ebû Dâvûd, libas 4; Müsned N/50; Benzer bir hadîs için bk. Tirmizi,isti'zân 7.) hadisleri de aynı sonucu verir. Öyleyse müslümanların kendilerine özgü elbise biçimleri (biçimi değil) olmalı kendi modalarını kendileri belirlemeli ve varlıklarını ispat etmelidirler. Çünkü başkalarının modalarını izlemenin çok tehlikeli iki sonucu vardır :

l. Günümüzde moda, eskiden olduğu gibi doğal bir seyir takip etmemekte, belli çevrelerin ve belli güçlerin yönlendirmesine göre gelişip şekillenmektedir. Bu çevreler ülke sınırlarını aşan ve her bacağı bir ülkede bulunan , bir ahtapotu andırırlar. Kendi ürettikleri malları ve modelleri satmak için, her gün yeni bir moda üretirler. Işbirliği yaptıkları magazinleri ve moda dergileri vardır. Bu yolla ürettikleri modelleri günün, mevsimin, yılın modası olarak haber biçiminde sunarlar. Toplum psikolojisi ile sürü sürü insanlar, farkına varmadan bundan etkilenir ve bunları alır ve uygularlar.

Onlar çok çabuk ürettikleri ve ürettiklerini satmaları gerektiği için, modayı çok sık aralıklarla değiştirirler. Ikinci moda çıkıncaya kadar aldığını yıpratamayanlar bu akıntıya uyup yenisini alacaklarından, binler, yüzbinler, milyonlar... değerinde ev eşyası, elbise, mobilya, hattâ araba çöpe atılır. İslam'ın ve ekonominin en önemli yasaklarından olan israfın a'lâsı yapılır.

Bu profesyonel moda çevreleri böylece sürü sürü insanların paralarını almakla kalmaz, aldıkları bu paralarla kurumlarına yenilerini eklerler. Doyumsuz duygularını tatmin yolunda önlerine dikilen her engeli yıkmaya çalışırlar, ticarî firmaları iflas ettirirler, piyasayı buhrana sürüklerler, nice büyük kimselerin altından koltuğunu çekerler, hattâ hükümetler yıkar ve hükümetler kurarlar. Bu arada da karşılarına dikilen, bir düşünce biçimi ve inanç sistemi olursa, onu yıkmak için de ellerinden geleni yaparlar. Inancını yaşamak kadar, yaymak ve savunmakla da görevli olan insanların, bu noktayı iyi değerlendirmeleri ve inancına silâh çekenlere silâh yardımı yapmamaları gerekir. Para en büyük silâhtır.

2. Moda ile ilgili ikinci ve daha önemli nokta da, moda tutkusunun psikolojik bir hastalık ve aşağılık kompleksi anlamına gelmesi ve sonuçta da insanı, taklit ettiklerini her konuda beğenme ve onlar gibi olma noktasına düşürmesidir. Yeme biçimi, sofra düzeni, giyimi, ev dekorasyonu, görgü kuralları, kısaca hayata bakışı ve hayatı yorumlayışı hoşa giden birisi, hoşlananın gözünde her bakımdan büyük olma yolundadır. Taklitçi, peşin peşin kendisinin her bakımdan küçük; taklit ettiğinin de her bakımdan büyük olduğunu kabullenmiş demektir. Artık o farkına varmasa da, inançlarından her gün bir parça kopuvermektedir. Birinci yolculuk inançsızlaşmaya kadar sürer. Ondan sonra artık ikinci yolculuk başlamış ve taklit ettiklerini inançlarıyla da kabullenmeye sıra gelmiştir. Bu, onların doğru, kendisinin yanlış olduğundan değil; onların güçlü, kendisinin zayıf olduğundan, kendi inancının üstünlüğünü bilmediğinden ve inancını tanımadığından inançlarını yaşamadığı için, içinde boşluk hissettiğinden ve bu boşluğu o yolla doldurma çabasından ve biraz da, "dünyanın onların, Âhiretin ise inananların olduğunu" (Hz. Ömer bir gün Rasûlullah'ın (s.a.s.) yaşadığı sıkıntılı hayata üzülmüş ve Kayser ve Kisrâların yaşadığı müreffeh hayatı hatırlatmıştı da Rasûlüllah: "Ey Hattaboğlu! Istemez misin Âhiret bizim, dünya onların olsun" buyurmûşlardı. Müslim, talâk 5.) bilmediğinden, ya da içine sindiremediğindendir.

Başkalarını taklid edenlere bakın hepsinin bilgi, inanç ve şahsiyeti düşük insanlar olduklarını göreceksiniz. Inanç taşıyan insanların ilk yapacakları şey, inanç sistemlerinin gerçekten doğru olup olmadığını öğrenmek, doğru olduğuna karar vermeleri halinde de, aşağılık duymadan onu canla başla savunmak.

Bizim bağımlı basınımız, magazinlerimiz, radyomuz ve TV'miz aracılığıyla, Anadolumuzun, hattâ tüm insanımızın zavallı genç kızları, bir özenti seline kaptırılmakta ve tüm hayatları ve göznurları, dünyaya ve âhirete de yaramayan süslenmelerle, püslenmelerle hebâ olup gitmektedir.

Bu konuda kadını bir araç olarak kullanırlar. Çünkü kadın, aklından çok duygularıyla hareket eden bir insandır. Yaldızlanmaya çabuk kanar. Aklını ve fikrini kullanmaktan çok, his ve arzularını kullanır. Bu yüzden kültürlü olanları bile, fikrî eserlerden çok, romantik ve görsel yayınları izlerler. Bütün kadınlar elbette böyle değildir. Sağlam düşünenleri de pek çoktur. Hattâ bu konularda onlardan daha zayıf olan erkekler de vardır. Ama kadının genel yapısı budur.

Işte sözünü ettiğimiz çevreler, onun bu zaafından yararlanırlar. Onu her türlü hayâ duygusundan, yani hem maddî, hem de manevî elbiselerden soyarak sokaga atarlar. "Ne güzelsin, hayat abidesisin" diyerek alkışlar ve ayartırlar. Böylece o bir taraftan onların ürettiklerini durmadan satınalır, tatmin olmayınca yenisini çıkarırlar, işte bu güzel, bununla özledigim huzura kavuşacağım diye koşar ve bu süreç akar gider, onlar kasalarını ve midelerini şişirirler: Öbür yönden, onun her gün biraz daha açtıkları vücudundan, teninden ve kadınlığından yararlanır ve başka zevklerini tatmin ederler. Bunu yaparken de kadının haklarını savunduklarını söyler, buna karşı çıkanları kadın düşmanı olarak suçlarlar. Gerçekte ise kendilerini kadını insanlıktan çıkarmakla yetinmemişler, onu bir maskaraya, et parçası haline, her sokak başında rahatlıkla bulunabilen, defolu bir işporta malına çevirmişlerdir. Bu işin uzmanı bir kadın sosyolog Doç. Dr. Ümit Meriç bu konuda şunları söylüyor :

"Bu kısa zamandan başka bir şeye sahip olamayan insanın yapacağı tek şey, bu zaman içinde kendisine en yararlı gelen şeyleri toplamak ve kendisine en fazla zevk ve eğlence veren şeylerden alabildiğine faydalanmaktır. Bu, iki ayağı üzerinde gezen dünyalık ve akıllı hayvan, bütün fitrî ve bedenî güdülerini sonuna kadar kullanmalıdır. Arzularını doyurmak yolunda hürdür. Sosyal hayat da bu özgürlüğe bir sınır koymamaktadır. Işte bu sebepten, böyle bir toplumda cinsî güdüler vahşîleşir, sınır tanımaz. Kadın da verdiği zevk oranında değer taşır. Artık kadın ilâhî bir emanet ve insanı oluşturan iki temel parçadan biri olmaktan çıkmış ve yalnız bir "beden" haline gelmiştir. Taşıdığı değer, bedeninin değeri kadar olacaktır. Böyle bir toplumda kadının tüm varlığı görülmekte ve alıcının gözü ile değerlendirilmektedir. Kadın sadece deri, erkekse sadece göz'dür.

Insanın yalnızca beden, yüz de gözden ibaret olduğu bir kültürde, giyimin şekli ne olacaktır2 Böyle bir insan için elbise, vücûdu örtmekte değil,tersine teshir etmekte kullanılan bir araçtır. Kadın için bir sığınak değil, ikinci bir deridir.

Öte yandan batılı anlayış, dünyayı tüketime, daha çok tüketime zorlamaktadır. Böyle bir mâneviyattan yoksun sistem içinde kadına biçilen yol, tüketen ve tükettiren bir araç olmaktır ve değeri de bu rolünün oynayabildiği ölçüdedir.

Resim, müzik, sinema, tiyatro, gazete,dergi, posterler, kadını sürekli pazara sürmektedir. Sermayesi aynı olan iki önemli endüstri kolu daha vardır ki, bunlardan biri tekstil, giyim, diğeri ise kozmetik endüstrisidir. Eğer kadın beden ve gözlerle değerlendirilen bir varlık olmaktan çıkarsa, gerçek hüviyetine kavuşturulursa, bu endüstri kollarının kaderi ne olacaktır. Batılı veya batılılaşmış bir kadın, yalnızca vücudunu ortaya koyan elbiseler giymekle kalmamalı, aynı zamanda elbiselerini de sürekli değiştirmeli ki, dokuma ve kumaş endüstrileri yaşasın".(Ümit Meriç ve ark.: Islâm'da Kılık Kıyafet ve Örtünme ISAV s. 33.)


MUT'A NİKAHI NE DEMEKTİR. İSLAM DİNİNDE YERİ NEDİR?

Mut'a nikahı, ücret mukabilinde belli bir süre için kadınla evlenmektir. Cahiliyette mübah olduğu gibi İslam'ın ilk günlerinde de mübahtı. Sonra nesh edilip yürürlükten kaldırırdı. Tirmizi şöyle diyor: "Mut'a nikahı İslam'ın ilk günlerinde idi. Adam bir şehre gittiğinde kimse ile tanışmadığından orada kalacağı süre kadar bir kadınla evlenebilir. O da eşyasına bakar, muhafaza eder, işini düzene kordu." Mut'a nikahının haram olduğuna dair ittifak vardır. Rafiziler ile Şiiler hariç bütün ulema haram olduğunu kabul ediyor.

İbn Abbas, mut'a nikahının uzun zaman nesh edilmediğini söylüyordu. Bilahare mensuh olduğunu kabul ederek ilan etti.

Bir gün İbn al-Zubeyr ile İbn Abbas arasında mut'a nikahı hususunda ihtilaf oldu. İbn Zübeyr, İbn Abbas ta'rizen: "Ne oldu bazı kimselerin gözü kör olduğu gibi basireti de kapandı. Mut'a nikahının helal olduğunu söylüyor" dedi. Çünkü İbn Abbas hayatının sonuna doğru gözlerini kaybetmişti. İbn Abbas, İbn Zübeyr'e cevaben: "Ne kadar kabasın! Müttakilerin önderi olan Allah'ın Resulü'nün mut'a nikahına cevaz verdiğini gördüm" dedi. Bundan anlaşılıyor ki İbn Abbas neshden habersizdi, nesh durumunu öğrenince görüşünden döndü. Sa'id bin Cübeyr'den şöyle rivayet edilmiştir: "İbn Abbas bir gün bir hutbe okudu dedi ki: Mut'a nikahı leş, kann ve domuz eti gibidir" (al-Fıkh ala'l-Mezahib al-arba'a).


 

MÜZİK DİNLEMEK VE TELEVİZYON SEYRETMEK HAKKINDA BİLGİ VERİR MİSİNİZ?

Müzik konusu Islâm âlimlerini çok meşgul eden bir konudur. Çünkü bu mesele bir çırpıda cevap verilecek bir mesele değildir. Zamana, zemine, dinleyene ve dinletene göre değişebilen esnek bir meseledir. Bu yüzden Gazalî bu meseleyi bütün bu itibarları hesaba katarak "Ihyâ"sında uzun uzadıya anlatmıştır. Birkaç cümle ile özetlemek istersek şunları söyleyebiliriz: Müzik bütünüyle haram olmadığı gibi, bütünüyle de helâl değildir. Fıtrat da bütünüyle haram olmamasını gerektirir. Tabiatta kendiliğinden var olan ahenkli şırıltılar, kuş sesleri ve yanık Kur'ân okuyuşlarının haram olduğunu kimse söylememiştir. Düğünlerde, bayramlarda işin içine biraz eğlence de karışsa, def gibi aletlerle çalıp söylemek ve eğlenmek genellikle helâl görülmüştür. Yabancı kadının türkü söylemesini erkeğin dinlemesi genellikle haram görülmüş ve kadının sesi avret olmasa bile, nameli türkü ve şarkısı kalplerde fitnenin uyanmasına sebep olur denmiştir.

Kadının kadından, erkeğin erkekten müzik dinlemesine gelince; haram şeylerin tasvir edildiği türkü ve şarkılar, ittifakla haram görülmüş, bunun dışındakiler ayrıma tabi tutularak, dinleyende kötü duygular uyandıranı haram, iyi duygular uyandıran mübahtır denmiştir. Harplerde cesaret vermek için, ruh hastalarını tedavi etmek için müzik bazı çeşitleriyle helâl sayılmış ve kişinin tek başına iken yalnızlığını gidermek için birşeyler terennüm etmesi mübahtır denmiştir. Günümüzde müziğin ideolojik silah olarak kullanılma özelliği hesaba katıldığında müslümanlar tarafından da silah olarak kullanılabileceği söylenebilir. Bazı tarîkat mensuplarının def vs. ile semâ ve raks yapmalarını, Imam Rabbani'nin de içinde bulunduğu birçok Islâm âlimi ağır bir dille tenkit etmiş ve bunun kötü bir bid'at olduğunu söylemişlerdir.

Ancak müzigi, herşeye rağmen yerenlerin savunanlardan çok olduğu, yerilirken haram yani günah olduğunun söylenmesi, savunulurken ise ancak mübah olduğunun söylenmesi, yani, sevap olduğunun söylenmemesi de hesaba katılmalıdır. Televizyona gelince; kastedilen müzik ise onun için söylenecek şeyler de aynıdır. Ne var ki, bir kıyaslama yapılırsa canlının cansızdan daha etkili olduğu ve mahzurunun bir derece daha fazla olacağı da açıktır. Yani direkt olarak görülmesi haram olmayan şeylerin ve manzaraların, ekrandan görülmesi de öncelikle harâm değildir. EIbette haram olanınki de, az önce söylediğimiz bir derece farkını hesaba katarak haramdır. Televizyonun esas sakıncalı yani, şu anda müslümanlar aleyhine bir beyin yıkama ve ahlâkı tahrip aracı olarak kullanılması ve çok hayırlı işlere sarfedilecek zamanların boşa geçmesini sağlamasıdır. Gerçi bu son etkisi, kötü işler yapacak olan insanlar hesaba katıldığında faydalı bir sonuçtur ama, tersi için de kötü bir sonuçtur. Ayrıca televizyon aile ve fert bazında da laik, yani hiçbir hareketini dine göre ayarlamayan bazı standartlarını ölçü alıp, devamlı onların hayatını "normal" olarak empoze ettiği için, asıl zararı şu anda Islâmî inanç ve âile düzenini yıkma işlevi görmesidir. Bu, izleyenleri farkında olmadan damla damla yuttukları öldürücü bir zehirdir. (Geniş bilgi için bk. Ibn Âbidîn; Fetâvâ N/298-99; Dürrû'I-Münteka N/553; Nemenkânî N/214 vd.)