ŞEYHLİK, AĞALIK VE İSLAM

 

Yüzyıllardır memleketimizde ve bilhassa doğu vilâyetlerimizde "Şeyhlik ve Tarikatçılık" denilen asılsız ve esassız bir hurafenin hüküm sürdüğü herkesin mâlumudur.

İnsanları gerçek hedeflere ulaşmaktan alıkoyan menfi âmillerin başında gelen kara cehalet, şeyhlik müessesesinin de bu kadar uzun zaman ayakta durmasında baş rolü oynamış ve oynamaktadır. Bu yüzdendir ki; bu hurafeye inanan —daha doğrusu aldatılan— yüzbinlerce, hattâ milyonlarca insan, asırlarca geri kalmış, halen de benliğini idrak edemiyerek geriliğin karanlık çukurlarında kıvranmaktadır.

İnsanoğlunun dünyayı kendisine dar görüp, fezayı da fethetmeye çalışmasına ve bu alanda bilfiil yarışa girmiş bulunmasına mukabil, ne olduğunu ve nereye gideceğini bilmiyerek bütün mukadderatını, sömürücü bir hurafeciye teslim eden insanların bu acıklı hali, haklı olarak gerçek aydınlarda derin bir üzüntü ve infiale sebep olmaktadır.

İşin mahiyetini bilmiyenler, belki bu hali önemsemez ve fazla üzülmezler. Lâkin şeyhlik ağının gerildiği bir ülkede yaşıyan ve onun yıkıcı faaliyetlerini hergün müşahede eden bizim gibi kimseler, bütün ruhlarıyla sızlamaktadırlar.

Evet canımızdan fazla sevdiğimiz aziz memleketimizde yüzyıllardır kök salmış olan şeyhlik âfetinin, nasıl vatandaşlarımızı sömürüp lâyık oldukları hayat haklarından mahrum bıraktığını her zaman görmekte ve bunun için de sonsuz üzüntü duymaktayız.

Çünkü şeyhler, kendilerine bağlı olan insanların iradelerine tam manasıyla hâkim olmuşlardır. O kadar ki, mürit herşeyi şeyhten bilir. Meselâ birisi hastalandığı vakit doktora gideceği yerde hemen şeyhe koşar, hastalığının geçmesi için ya bir hayvan, ya birkaç kilo yağ, yahut bir miktar para veya birkaç ölçek buğday götürür. Bazıları da bunlardan birini adar, Allah'tan hastalığı geçerse onu şeyhe verir. Bir kısmı da adadığı hayvanı senelerce besler, bir sürü olduktan sonra şeyhe verir veya hepsini satar, binlerce lira tutan parasını olduğu gibi şeyhefendiye takdim eder. Mahsul zamanı gelince şeyh ve adamları, devletin tahsil memurları gibi köyleri dolaşıp, herkesten gücünün yettiği veya şeyhin istediği kadar mahsul alırlar. Şeyhin evinde yapılacak bir iş varsa, hemen bir köyden gerektiği kadar adam toplatılır ve gidip o işi bitirirler. Bu iş, kadınların yapacağı bir işse o kadar kadın toplatılıp götürülür.

Hulâsa: Şeyhlerin bütün ihtiyaçları halk ve bilhassa köylüler tarafından temin edilir. Kendileri ise kıral, çocukları da birer prens gibi bir işte çalışmaksızın saltanat sürerler.

Bütün bunlara sebep; müritlerin, şeyhi Allah'ın yegâne mümessili ve vekili olarak telâkki etmeleri ve buna mutlak surette inanmalarıdır. Onlara göre şeyh, istediğinin imanını dahi kurtarır, şeyh kıyamet gününde sevdiği adamları alıp hesap ve azaptan sıyırır; sevmediği kimseler ise sahipsiz ve perişan kalırlar. Hem bu inanış yalnız şeyhin yaşadığı zamana münhasır olmayıp ölümünden sonra da devam eder. Bunun içindir ki; ölmüş bir şeyhin müritleri, bu defa da ruhundan medet beklerler. Mezarına gittikleri zaman el bağlamak ve göz yummaktan başka, bir de mezarından bir miktar toprak alır, şifa (!) niyetiyle suda eritip içer, icabederse arkadaşlarına da ikram ederler. Hastalığı biraz ağır olanlar şeyhin mezarına götürülür, orada saatlerce bekletilirler. Maalesef bu zavallılar, ölmüş bir adamın değil, sağ bir kimsenin dahi bu işlerde tesiri olamıyacağını bilmiyor ve anlamıyorlar.

Bu hareketlere benzer daha nice işler vardır ki hepsini önsözde belirtmek imkânsızdır. Yalnız okuyuculara kısa bir fikir vermek için bunları burada özetledik. İleride hepsini birer birer söz konusu edip üzerinde duracağız.

Şeyhliğe ve tarikatçılığa inananlar, bu işin dinin bir emri, hattâ dinin kendisi olduğunu iddia edip durmaktadırlar. Zaten bunun içindir ki; halkımızın dinî hislerinden ve dine karşı olan samimi bağlılıklarından faydalanarak tutunmaktadırlar. Bu kabil taktiklerin, cemiyetin bünyesini kemiren zehirli bir kurt olmasından başka dinimize karşı da büyük bir saygısızlık olduğu, münakaşa götürmez bir gerçektir.

Bu itibarla bunlarla mücadele etmek, dinin kudsî gölgesinde kamufle ettikleri çirkin oyunlarını meydana çıkarmak, bu oyunların dinle hiç bir ilgisi olmadığını söylemek ve nihayet dinî hislerinin istismarı neticesinde tuzaklarına düşmüş saf ve mâsun insanları kurtarıp lâyık oldukları seviyeye çıkarmak, herkesten önce din adamlarına düşen dinî, millî ve insanî bir vazifedir. Çünkü din adamları, dinin emirlerini doğru olarak halka söylemekle mükelleftirler. Hiç bir din bilgini, doğruyu gizlemek veya onu yanlışla karıştırmak yetkisine haiz değildir. Bu hususta Cenâb-ı Hakk'ın şu emrine dikkat buyurulsun: "Hakkı bâtıl ile karıştırmayınız ve bilerek hakkı gizlemeyiniz." (Bakara: 2/42)

Lâkin bizde, tedavisi güç bir hastalık halini almış "Neme lâzımcılık" ve "Bana değmiyen yılan bin sene yaşasın" zihniyetiyle, işleri birbirimize bırakmamızın ruhumuza verdiği üşenme bu hale gelmemize sebep olmuştur. Eğer din adamlarımızın hepsi veya hiç değilse bir kısmı, bidayetten beri elele verip kimseden çekinmeden hurafelerle mücadele etseydiler, o zaman din içinde din, milliyet içinde milliyet halini alacak kadar haddini aşan bu şeyhlik ve tarikatçılık hurafesi de türemez ve din namına halkı cehalet ve tenbelliğe sevketmek imkânını bulamazdı. Fakat din adamlarının bu iş karşısında bigâne kalmaları, bu sömürücülere o fırsat ve imkânın verilmesinde müessir bir rol oynamıştır.

Bundan başka hayret ve esefe yaşayan bir nokta daha vardır. O da; din adamı diye geçinen ve çevrelerinde gerçekten de sevilip sayılan bazı kimselerin de, şeyhlerin önünde eğilenlerin safında yer almalarıdır. Esasen cahil halkı kitle halinde şeyhlerin tahakkümleri sahasına sürükliyen başlıca sebeplerden biri de budur. Zira cahiller, bunların din adamı olduklarını düşünerek ve gittikleri yolun doğru olduğuna hükmederek peşlerinde gidiyorlar. Bu sebeple suçun ağırını bunlar işlemiş oluyorlar. Çünkü cahiller bilgisizlikleri dolayısiyle nisbeten mâzur görülebilir ve icabederse, cahilliklerini ileri sürerek kendilerini savunabilirler. Fakat din âlimi olan ve ilmini bir yana atarak "Şeyhefendi"yi kendilerine önder kılan bu adamlar aslâ mâzur görülemez ve hak huzurunda kendilerini savunamazlar. Çünkü hareketlerinin Kur'ân-ı Kerîm'de ve Peygamberimizin hâdislerinde hiçbir yeri yoktur. Oysa din adamının, herşeyden evvel Kur'ân ve hadislere göre hareket etmesi gerekir.

Kaldı ki bunların çoğu da şeyhlere inandıklarından değil, onların himaye ve sayelerinde bir takım maddî çıkarlar elde etmek veya halk arasında yıldızlı bir şöhret kazanmak için bu yolu seçmişlerdir. Bu da, düpedüz iki yüzlülüktür. Hakikat hilâfı olan işleri hakikat gibi göstermek ve bazı şahsî çıkarlar için dinden olmıyan uydurma hareketlerin dinden olduğunu telkin etmek hususunda Cenâb-ı Hakk'ın şu emrini bu efendilere hatırlatmak, pek yerinde olur kanaatindeyiz:

"Veyl o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar, sonra az bir kıymet kazanmak için: Bu Allah nezdindendir, derler. Artık ellerinin yazdıklarından veyl onlara ve kazandıklarından veyl onlara." (Bakara: 2/79)

Bununla beraber, Şeyhlik ve Tarikatçılık hurafesine şiddetle muhalif olan ve bu yolda ellerinden geldiği kadar mevcuttur. Bunların gerçeği görüp söylemekten çekinmeyişleri, hakikaten memnuniyete şayandır. Lâkin bunların mücadelesi yayın yoluyla olmadığı ve bulundukları çevrenin hududunu aşamadığı için, şeyh ve taraftarlarının kuru gürültüleri içerisinde boğdurulmaktadır. Bu suretle de her tarafa aksetmemekte ve tabiatiyle beklenen faydayı sağlıyamamaktadır.

Mâlum olduğu gibi, bir konu hakkında söylenen sözlerle, ileri sürülen görüş ve delillerin daimî kalması ve herkesçe duyulması için kaybolmaması icabeder. Bu da ancak yayın loyulla mümkündür. Bunun içindir ki ilmin önderi olan büyük Peygamberimiz, "İlmi yazı ile bağlayınız"[1] diyerek ilmin muhafazası hususunda yazının taşıdığı önemi veciz deyimle belirtmiştir.

İşte bundan dolayı biz de "Nemelâzımcılık" perdesini yırtarak halkımızı sömüren şeyhliğin dinimizle hiçbir ilgisi olmadığını, bilâkis tamamen hurafe olduğuni ispat etmek maksadiyle bu kitabı yazıp halk efkârına arzettik.

Yukarıda da belirtildiği gibi, şeyhlik hurafesine dinî bir hüviyet verilmek istendiğinden, biz de bunların iddialarını ve bâtıl âdetlerini, en sağlam delil olan âyeti kerimelerle, Peygamberimizin hadisleriyle ve İslâm Tarihinde cereyan eden olaylarla çürüteceğiz. Böylece kitap, kendi şahsî görüşümüzden ziyade dinî vesikalara dayanan sağlam delilleri ihtiva eden bir eser olacaktır. O zaman, sinsi hareketlerini dinin mukaddes perdesiyle maskelemeye ve dinî istismar ederek çıkarlarına alet etmeye yeltenenler, bu işin nasıl şiddetle geriye tepen bir silâh olduğunu göreceklerdir.

Nakledeceğimiz âyet, hadis ve diğer sözler, dâvamızı teyit bakımından müstesna bir önem taşıdığından, âyetlerin mehazlarını yanlarında parantez içinde, diğer nâkillerin mehazlarını da sahifenin altında göstereceğiz.

Bu kitabı yazmak ve neşretmekten yegâne gayemiz, cehaleti ve ondan doğan yanlış ve sapık inançlarla bunlardan neşet eden kötü işleri yenmekten ibarettir. Binaenaleyh bunun şahsî bir kin veya husumete mâtuf olduğunu iddia etmek tamamiyle yersiz ve gülünç olur. Hakikatte ne kimseyle bir husumetiniz, ne de kimseye karşı herhangi bir kinimiz vardır. Şunu kesin olarak ifade edelim ki, bir konuda münakaşaya atılırken hiç bir kimsenin şahsiyetiyle oynamaya aslâ hakkımız olmadığını biliyoruz. Hedefimiz, menfi fikirlere karşı fikirle çıkmak ve onları yine fikir ve ilimle mağlup etmektir. Bu itibarla, münakaşada esas aldığımız "Şahıslarla değil, fikirlerle mücadele" prensibinden asla ayrılmıyacağız. Şu halde kitapta yazacağımız fikirleri ve açıklayacağımız gerçekleri üzerine alıp kendi hakkında yazıldığını sanmaya hiç kimsenin hakkı yoktur.

Bununla beraber eserin geniş çapta bir tepki uyandıracağını ve şeyhlerle müfrit taraftarlarının aleyhimize dönmelerine sebep olacağını da kesinlikle biliyoruz. Fakat ne olursa olsun, artık bu kötü gidişe "dur" demenin ve ona ayak uydurup farkında olmadan karanlık uçurumlara yuvarlanarak inim inim inliyen milyonlarca mâsum insanı bu hurafenin öldürücü şerrinden ve uyuşturucu zehirinden kurtarıp lâyık oldukları seviyeye çıkarmanın zamanı çoktan gelmiştir.

Bu itibarla ne pahasına olursa olsun, hakka inanmayı, hakkı söylemeyi, hakkı savunmayı en başta gelen bir vazife telâkki etmekteyiz. Bu vazifeyi ifa etmek yolunda ne kadar engeller ve müşküllerle karşılaşırsak karşılaşalım, hepsini yıkıp aşmaya azimli olmamız gerekir. Büyük Peygamberimizin bu husustaki şu buyruğu bizim için değişmez bir düstur olmalıdır: "Hak acı da olsa, söyle!"[2]

Biz de bu düstura uyarak şeyhlerin ve müritlerinin aleyhimize alacakları cepheye ve söyliyecekleri garezkârane sözlere önem vermeden bizim için tatlı, fakat çıkarlarını zedeliyeceği cihetle kendileri için acı olan hakikatleri söylemekten aslâ çekinmiyeceğiz.

Şair Mehmed Âkif aşağıdaki mısralarla, hakkı müdafaa etmek yolundaki azim ve iradenin nasıl olması gerektiğini, kendini örnek göstererek gayet canlı bir şekilde dile getirmiştir:

"Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,

Onu dindirmek için kamçı yerim çifte yerim,

Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım,

Çiğnerim çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım."[3]

Evet aziz okuyucu! Ne pahasına olursa olsun hakka inanmak, hakkı söylemek ve hakkı yükseltmeye çalışmak lâzımdır.

Çalışmak bizden, muvaffakiyet Allah'tan.

Kulp Müftüsü

M. Emin Bozarslan[4]

 


 

[1] Tabaranî'den naklen ed-Dürretü'l-Müntesire, s.185

[2] İmam Ahmed'den naklen ed-Dürretü'l-Müntesire, s.185.

[3] Safahat, s.400

[4] M. Emin Bozarslan, Şeyhler, Ağalar ve İslam.